Öğrencisi olduğum Küçükçekmece İlkokulu'nun bahçesinden atlayarak; haftada mütemadiyen bir kere anlatılan ''Küçükçekmece Tufanı ve Kaybolan Şehir'' efsanesine konu olan göle doğru yürüdük. Mete yine anlatmaya başlamıştı hurafeyi: Yıllar yıllar önce yaşlıca bir dede gölün altındaki şehre gelmiş, kapı kapı gezip bir tas su istemiş, kimse de
"Kahvaltımı da, dayağımı da yemiştim; karnım tok, sırtım pek morluk doluydu."
Reklam
"Sana bir şey diyeyim mi kız? Sen evde kalmazsın. Baktın umduğun gibi gitmedi, yaşlı maşlı demem ben alırım seni."
Daha önce çok araba eskitti bu yamuk yumuk asfaltı, çok yağmur yedi, çok kar örttü üstünü, çok fazla kere dik aldı güneş ışınlarını çatladı, kırıldı, çöktü, eğim verdi. Ama şu garibim asfalt bile kaldıramadı üzerinde olup biteni. Başına gelen her şeyden daha ağır geldi. Ayaklarımın arasında asfaltın, ortasına taş yemiş cam gibi çıtır çıtır kırıldığını hissediyordum az sonra dağılmaya başlayacak ve hepimiz yerin dibine girecektik. Azcık utanması varsa asfaltın bu kaçınılmaz sondu. 9-10 yaşında bir çocuk - düşmanını bile ilk önce sevmek zorunda olduğuna inanan bir çocuk - en sevdikleri tarafından ihanete uğruyordu. Asfalt da ihanet etti, çevirdi yüzünü başka yere bakmaya başladı, yer yarılmadı, içine girmedik.
O Galatasaray'in resmi takım formasıydi, ben okulun naylon eşofman takımıydım. O atari salonundaki büyük atari makinesiydi, ben televizyon a bağlanan ve içinde 9.999.999 oyun olduğu iddia edilen taş catlasa 20 oyunlu karakutuydum...
O yıllarda hayatımda en büyük otorite kuşkusuz annemdi. İstiklal mahkemeleri yetkisine sahip; kafasına göre karar verebilen; kestiği parmağın acımadığını, acısa bile öptüğünde geçtiğine inandırmış; yasama, yürütme ve yargı organıydı.
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.