Yaşamak derken, durmalı. Tuhaf bir sözcük bu, yaşamak. Hiç yaşamayanın bile bir yaşaması var. O da yaşadım diyor kendine. Böyle biliyor. Sabah kalkıp yola düşüyoruz. Otobüsler, dolmuşlar, yaya. Bir işyeri, bir tezgâh, bir masa. Akşamlara dek. Bir gün, on gün, bir yıl, on yıl... Kadınlar, dostlar, çocuklar. Bir de bakıyoruz sonuna gelmişiz bile. Neyin sonu? Yaşamamızın mı? Demek yaşama buymuş. Yaşamışız işte. Uyumak, uyanmak, koşuşmak, yerinde saymak, hızlı sevişmeler, hayal kurmalar, yıkıntılar, çöküntüler, dirilişler, umutlar umutlar...
Tıklım tıklım bir sabah otobüsü. Dışarıda yağmur. İçeride nemli bir sıcaklıkta. Uykulu bakışlar. Gülmeyen yüzler. Dalgın, bitkin, kırgın insanlar...Elimde bir kitap. Dalıp gitmek en iyisi bu sayfalara...
Sait Faik "Hişt hişt" diye bir ses duyduğunu yazar kırlarda yürürken. Başını çevirir bakar, kimse yok. Yine yürür, yine o ses "Hişt hişt". Sanki şakacının biri saklanmış ağaçların ardına oynuyor kişiyle. Nerden gelir o ses? Bir şeyler hatırlatırcasına. Yaşıyorsun, soluk alıyorsun, yıldızları görüyorsun, sevdiğinin yüzüne bakıyorsun, elini tutuyorsun, duygularını sözcüklerle anlatıyorsun, başkalarına iletiyorsun. Budur "Hişt hişt" diye bizi uyaran. Uyan, kendine gel, duy varlığını, doğayı, yaşamı, evreni, yaratıkları, insanları...
"Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena" diyordu Sait. Çünkü insanın kendi içinden gelen bir sestir o. Evrenin bir küçücük parçacığı olan insanoğlunun kendini uyarması, yaşama bağlama coşkusudur...