Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Aylin

Günümüzdeki insanların ikilemi uyanıkken yarı uykuda, uyuyorken yarı uyanık olmalarıdır.
Reklam
Bu denli abartılmamış -ya da daha belirgin- çarpıtmalara insanlar arası ilişkilerde rastlanır. Çoğu anne baba, çocuğun tepkilerini onun kendi duyguları, davranışları olarak görmek yerine, söz dinlemesi, onlara mutluluk vermesi, onlar için övünç kaynağı olması şeklinde yorumlamaz mı? Kaç koca, kendi annesine olan bağlılığı yüzünden karısından gelecek herhangi bir isteği, özgürlüğünü kısıtlayıcı bir istek ve karısını zorba bir kişi olarak görmez? Küçükken parlak bir şövalyenin hayali ile büyüyen kaç ev kadını kocasını duygusuz ve aptal bulmaz?
Sevginin doğası hakkında söylediklerime bakacak olursak, sevginin kazanılması için en önemli koşul kişinin kendi narsisizmini yenmesidir. Narsist yönelişte kişi salt kendi içinde olanları gerçek sayar, dış dünya olaylarının kendi başlarına gerçek olduklarını kabul etmez, o olayları kendi açısından yararlı ya da tehlikeli oluşlarına göre değerlendirir. Narsisizmin karşısında nesnellik vardır; bu yetenek kişileri ve şeyleri oldukları gibi, nesnel olarak görme ve bu nesnel görüntüyü kendi istek ve korkularından ayırabilme yeteneğidir.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Sıradan bir insan bedensel gelişimine duyarlıdır; değişimleri, hatta ufak acıları bile fark eder; çoğu insan sağlıklı olmanın nasıl olduğunu bildiğinden bu tip rahatsızlıkları ayırmak kolaydır. Kişinin düşünsel süreçlerine aynı şekilde hassas olması güçtür, çünkü çoğu kişi tam verimle çalışan bir insan tanımamıştır. Anne babalarının ve akrabalarının davranışlarını ölçüt olarak kabullenirler, bunlarla uyum içinde oldukları zaman normal oldukları kanısındadırlar ve başka bir şey gözlemlemeye gerek duymazlar. İnsanların çoğu seven bir kişiyle tanışmamıştır. Kişinin kendine duyarlı olabilmesi için sağlıklı bir insan fikrine sahip olması gerektiği açıktır ve eğer kişi çocukluğunda veya sonraki yaşamında böyle bir deney edinmediyse bu olası mıdır?
Başka türlü hayatlar düşünemiyoruz diye, şimdiye dek hep böyle yaşandı diye, kendimizi, çocuklarımızı ve etrafımızdakileri zihnimizdeki hayatın imgesine uydurmaya çabalıyoruz.
Reklam
Bir insanı tanımadan [bilmeden] onu saymak olanaksızdır. İlgi ve saygı eğer bilgi tarafından yönlendirilmezse kör kalır. Eğer ilgi bilgiyi doğurmamışsa boştur. Bilginin birçok katları vardır, sevginin bir görüntüsü olan bilgi dışta kalmaz, öze işler. Bu bilgiyi ancak, kendime gösterdiğim ilgiyi diğer insanları oldukları gibi görmeye çevirdiğim zaman kazanmak mümkündür. Örneğin, birinin, dışa vurmasa bile kızgın olduğunu anlayabilirim. Hatta onu bundan da öte tanır, huzursuz ve endişeli olduğunu, yalnızlık ve suçluluk duyduğunu bilebilirim. Böylece kızgınlığının derinlerdeki bir şeyin belirtisi olduğunu anlar, onu öfkeli biri olarak değil, huzursuz ve sıkıntılı, acı çeken biri olarak ele alırım.
Saygının ancak ben bağımsızlaşmayı başarmışsam, eğer birisini sömürüp hükmüm altına almadan koltuk değneksiz ayakta durabiliyor, yürüyebiliyorsam, işte o zaman gerçekleşeceği açıktır. Saygı ancak özgürlüğün temelleri üzerinde var olabilir.
Sevginin içerdiği ilgi, en açık biçimiyle annenin çocuğa gösterdiği sevgide görülebilir. Eğer bir annenin çocuğuna az ilgi gösterdiğini, onu beslemeyi, yıkamayı, rahat ettirmeyi savsakladığını görürsek, sevgisinin içtenliğine göstereceği hiçbir kanıt bizi doyurmaz. Bizi, çocuğuna ilgi gösterirken gördüğümüz bir annenin sevgisi etkileyebilir. Çiçeklere ya da hayvanlara duyulan sevgi için de durum farklı değildir. Çiçekleri sevdiğini söyleyen bir kadının çiçekleri sulamayı unuttuğunu görürsek, onun çiçek sevgisine inanmayız. Sevgi, sevdiğimiz şeyin büyümesi ve yaşaması için gösterdiğimiz etken [aktif] ilgidir. Bu etken ilginin bulunmadığı yerde sevgi de yoktur.
Bir kişi bir başkasına ne verebilir? Sahip olduğu en değerli şeyden, yaşamından, kendinden bir şeyler. Bu tabii ki kişinin yaşamını bir başkasına adaması anlamına gelmez; içinde yaşattıklarıdır vereceği şeyler; sevinçlerini, ilgisini, anlayışını, bilgisini, nüktesini, üzüntülerini verebilir; içinde yaşayan şeylerin dışa yansıyan her türlü belirtisidir verecekleri. Böylece yaşamından bir şeyler verdikçe karşısındaki kişiyi zenginleştirir, kendi içindeki yaşama sevincini coşturarak onunkini de coşturur. Almak için vermez, vermek başlı başına doyulmaz bir sevinçtir. Verirken karşısındakinin yaşamına bir şeyler aktarmaktan kendini alamaz, bu aktardığı şey ona geri yansır. Gerçek vermekte, ona geri yansıtan şeyi almazlık edemez. İnsan vermekle, karşısındakini de veren kişi yapar; böylece her ikisi birlikte yaşama yeni bir şey getirmenin sevincini bölüşür. Sevme edimi esnasında bir şey doğar, buna katılanların ikisi de kendileri için doğan bu yeni yaşama minnetle bağlanır. Özellikle sevgiyi ele alırsak, anlamı: Sevgi, sevgi üreten bir güçtür.
Bana sorarsanız çağ değişir; değişmeyen şey değişimdir, bir de tutarlılık önemlidir. İnsanlara ya da hayvanlara tutarsız davrandığınızda önce ruh sağlıkları, sonra her şeyleri bozulur. Bir aileyi veya toplumu yönetenlerin tutarsız davranışları -ki bu tutarsızlığın içinde, yalan, adaletsizlik ve cehalet de vardır- ailenin yozlaşmasına, toplumun ise tarih sahnesinden çekilmesine yol açar. Sanırım ülkeler, ekonomik krizden ötürü batmazlar; tutarsızlıktan, yalandan, adaletsizlikten ve cehaletten ötürü batarlar.
Reklam
Kızlarımızın erkek arkadaşları olabilirdi. Anneleri onlara kırmızı çizginin önemini anlatmıştı. Ben de olayı kendi dilimce dillendirmiştim, benim kuralım şuydu: “Üzülme, üzme.” Bunun meali ise benim kızlarım önemlidir ama herkesin oğlu da önemlidir şeklindeydi. “İstemediğin bir şey yapıp üzülme, karşındaki oğlanı da üzme. Bazı genç kızlar oyun olsun diye oğlanlarla dalga geçerler, bu bize yakışmaz. Oğlanların da kalpleri hassastır. Siz benim çocuklarımsınız ama başkalarının oğulları da benim çocuğumdur.” Eğer oğlumuz olsaydı ona da aynısını söylerdim: “Üzülme, üzme.”
Güneş karanlıkları aydınlatır. İki bin yirmilerde değerli bir parti başkanı “İki bin öncesinde Ankara’da opera binası yoktu, ilk opera binasını biz yaptık başkente.” dedi. Oysa Ankara’daki opera kendisi doğmadan önce yapılmıştı. Olabilir, insanlık hali, hiç gitmediği için opera binasını kendilerinin yaptığını zannetmiş olabilir.
Ayrıldıktan sonra “Bir amir kendisinden oldukça alt düzeydeki bir elemanından böyle bir laf işitmemeli” diye geçirmiştim aklımdan. -Aslında düzey, rütbede değil zihindedir.-
Onur bahşedilmez, tesis edilir ve Mahatma Gandhi’nin dediği gibi onurunuzu siz vermedikçe kimse alamaz elinizden. Her şeye rağmen, her şeye rağmen, işinize gelenin ve patronunuzun işine gelenin peşinden gitmek değil, doğru bildiğiniz şeyin peşinden gitmektir onurlu yaşamak. Ahlaki olan sonuç değildir, süreçtir. “Ye üzümü sorma bağını” demeden doğru bildiğine sadık kalmak, kuyruğunu ve başını dik tutmak demektir onurlu yaşamak. Doğru görecelidir, Evren de.
Hiç çıkış yolumuz yok mudur? Biz, bizden menkul olan ancak hiçbiri makul olmayan efsanelerimizin peşinden gitsek de yaşamımızın ceremesini peşin peşin ömrümüzün başında ödesek de irili ufaklı patronların görünür görünmez emirleri altında ezilsek de bir zamanların zencileri gibi sahibin ahırdaki katır defterlerine kaydedilmiş siyahiler olsak da önleri değil ama ülkeleri kısırlaştırılmış beyazlar, sarılar olsak da yine aydınlık bir yol vardır önümüzde, onurlu yaşamak.
128 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.