Daha önce bir benzerine rastlamadığım marjinal bir olay akışı vardı. Brontë’nin üslubu hiç yabancı değildi. Biraz Jane Austen havası vardı diyebilirim.
Normalde bir kitabı okurken çoğu karakterle empati yaparım ister istemez. Onun tarafından da olaylara bakmaya çalışırım. Bu anlamda başlarda Heathcliff, diğerlerinden farksız olsa da sonraları iç dünyası karmaşık bir hal almaya başladı, özellikle olayların hafiften duraksadığı sıralarda beni kitabı okumaya devam etmeye iten bu karakteri çözümleme merakım oldu. Bana göre, romanı diğerlerinden farklı kılan da bu karakterin varlığı ve bu varlığın diğer karakterler üzerindeki büyük etkisiydi.
Kısacası olay örgüsü genel anlamda hoşuma gitti. Sansasyonel bir roman değildi ama bence herkesin ömründe bir defa yolunun kesişmesi gereken bir roman.
Kitap, karakterler ve işleyiş bakımından yaklaşık ilk 100-150 sayfa boyunca farklı ve akıcıydı diyebilirim. Ancak bunda, Buket Uzuner’i ilk defa okuyor olmamın da yadsınamaz bir etkisi olduğunu kabul edebilirim. Önyargısız yaklaşıldığında konu bakımından gerçekten etkileyici, özellikle benim ilgimi çeken birçok noktaya değinmiş yazar bu kitabında.
“İnsanı başkalarından daha fazla kendi yüzleşmeleri dehşete düşürür. … Çünkü ortada ne suçlayacak bir başkası ne de kaçacak bir gölge vardır. Gölgeyi yaratan tek şey insanın kendi bedeni ve içinde taşıdıklarıdır.”
Ömer, Macide ve Bedri’nin olaylı akşamı zamanla biriken ve pisleşen duyguların patlamasıydı. Ömer avare, ipsiz sapsız, faydasız bir eleman ama aralarındaki en masum karakter o, çünkü seviyordu ve Macidenin kendini değiştireceğine inanıyordu.
Macide ve Bedri’nin kendilerine ve birbirlerine bile itiraf edemediği ve her daim sakladığı bir şey vardı:
Rahip McDonald’ın bölümü olmasa kısa ve öz şekilde derdini anlatacak yazarımız; zihin açan fikirleri ve eleştirilerini güzel bir üslupla bize aktarmasının ardından zannımca küçüklükte yazmış olduğu iyi ruh kötü ruh efsanesiyle konuyu uzattıkça uzatıyor. Yine de güzel şeyler katıyor insana, okumak lazım.