Nakşbendîlik, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (ö.1242/1826) ile Hâlidîlik adını alarak XIX. Yüzyıl İslâm dünyasının en yaygın tarikatı haline geldi. Özellikle Bağdadi'nin halifelerini ilmiye sınıfından seçmesi, Yeniçeri ocağının kaldırılıp Bektaşî tekkelerinin kapatılması sırasında, Bektaşî dergâhlarına Nakşî-Hâlidî şeyhlerin tayin edilmesi, devlet ricâliyle sultanların bu tarîkata ilgi duyması, Hâlidîliğin önemini artırdı.
Suriye Nakşi-Halidileri hâlâ Türkiye ile de irtibatlı bulunan Hani, Guftaru ve Haznevi aileleri temsil edilmektedir.
Kahveyi Şázeliyye Tarikatı'nın kurucusu Ebü'l-Hasan eş-şa- zeli'nin (ö. 656/1258) bulduğu rivayet edilir. Buna göre bu bitkiyi Habeşistan'dan Yemen'e getiren onun müridleri olmuş ve bu yüzden de başından itibaren kahve tüketimi ile tarikat simgeleri arasında bir bağ kurulmuş, Şâzeli, ruhani bir lider ve kahve merkezli bir efsanenin kahramanı hâline gelmiştir. Bektaşî tekkesinde de ritüelin gerçekleştirildiği meydanda bu- lunan on iki posttan biri olan kahveci postuna "Şeyh Şâzeli postu" adı verilmesi bu sebepledir.
Genel olarak toplumda ve içerisindeki özel gruplarda bölünmeler görülüyordu. Bazı Çerkezler milliyetçilerin tarafını tutarken, bir kısmı sultanın emrinde olmayı yeğliyordu. Kürt aşiretleri, her zamanki gibi, umutsuz bir biçimde bölünmüşlerdi. Muhafazakar dindarlar, milliyetçi dava için faal olarak çalıştıklarını gördükleri 'dinsiz ittihatçıların' iktidara tekrar gelmesinden korkarken, din adamlarının çoğu, dini bütün insanların savunulmasının yabancı askerlerle çevrili bir halifenin merhametine bırakılamayacağını düşünüyorlardı. Dini kurumların dışında kalan bazı dervişler, milliyetçi görüşlerin içeriğinde dinsizlik olduğu duygusuna kapılırken, yerleşik din kurumlarına karşı çıkan Bektaşi tarikatı mensupları, bu hareketi sultanın baskısına karşı bir denge unsuru olarak görüyorlardı.
Nisan 1939'dan itibaren kazanımların yok edilmeye ve eğitim içinde eğitimsizlik başlamıştır.
Pir Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Piri Türkistan Ahmet Yesevi Arap ve Acem kültürüne karşı Türk Ocakları kurmak üzere Anadolu'ya Erenler yolladığını ve bunlara;
"Türklerin içerisini geziniz nerede Araplık ve Farslık kuvvetli ise orada Ocak açarak biriniz otursun. Arap'ın kültürünü, Fars'ın edebiyatını Türklerin dilinden çıkarmak, bu iki korkunç vaziyetten kurtarmak üzere can, baş vererek mücadeleye devam etmeye vazife biliniz." der.
İkinci Mahmud, 17 Haziran 1826 tarihinde Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşi tekkelerini de kapattırmış, tekkelerin mallarına
el koydurmuş, tarikat mensubu müfrit şeyh ve dervişleri, merkez dışına sürgüne gönderimiştir.
Bu süreçte “kadim” addedilerek yıktırılmayan Bektaşi tekkelerinden elverişli olanlar
cami, medrese veya mektebe çevrilmiş ya da Nakşibendi tarikatı mensuplarına dağıtılmıştır.
Erdebil Ocağı'nın koruma ilkesi, zaman içerisinde Arabi ve Farsi kültüre teslim olmuştur.
"Kızılbaş" olarak adlandırılan Türk Töresi, "Alevi" sözcüğü olarak değiştirilerek, Kızılbaşlık'ın temel ilke olarak "Türk" olma şartı, "Alevi" olduktan sonra aşınmalar yaşayarak, "hümanist bir yapı yüklenmiş ve bozulmalar devamında Arabi ve Farsi bir yapıya sürüklenmiştir.
Yavuz ve Şah İsmail çekişmesi devamında yaşanan bu "yozlaşma", Başbuğ ATATÜRK ile öze döndürülmeye çalışılmış, ancak ölümü ile Nakşi-Sunni felsefe tekrar üstünlük kazanmıştır.
Akan ŞAHİN
30.05.2023
16. yüzyılın ortasından itibaren Bektaşi tarikatının Osmanlı idaresinin desteğini (yeniden) kazandığı görülür. Bu yeniden meşruiyet kazanmanın değişen Kızılbaş politikasıyla bir ilgisi olduğunu düşünmek için yeterli nedenimiz vardır. Osmanlı Devleti'nin Kızılbaşları Bektaşi babaları aracılığıyla "evcilleştirmek" istediği fikri ilk defa Köprülü tarafından öne sürüldü ve sonra Melikoff ve Ocak tarafından devam ettirildi. Esasen Bektaşi tarikatının ehlileştirme misyonu çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla, kuruluş döneminin bakiyesi olan tüm gayri-müteşerri gruplar Bektaşi çatısı altında toplanıp sisteme entegre edilmek istenmişti. Gerçekten de daha önce abdallar, kalenderiler, haydariler, vs. gibi isimlerle müstakil varlıklarını sürdüren grupların 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde ortadan kaybolduğu, bunların mirasının Bektaşi tarikatı tarafından devralındığı görülmektedir. Ancak bu gelişmenin ne kadarı planlanmış Osmanlı projesiydi ne kadarı kendiliğinden gelişen toplumsal süreçlerdi bilemiyoruz. Kesin olan, Osmanlı idaresi bu gelişmeyi en azından tol ere ve hatta teşvik etmişti.