Ölüm yaşamın karşıtı olarak değil, parçası olarak vardır.
Bir kez sözcüklere döküldüğünde klişe görünüyor, ama o zamanlar bunu sözcükler değil, içimde bir düğüm olarak hissediyordum. Ölüm, kâğıt ağırlığının içinde de vardı, bilardo masasının üstünde sıralanmış kırmızı-beyaz dört topun içinde de. Ve hayatımız boyunca onu ince bir toz gibi ciğerlerimize çekip duruyorduk.
O zamana kadar ölümü hep bağımsız, yaşamdan tümüyle ayrı olarak kabul etmiştim. Ölüm elbette günü gelince alacak bizi, diye düşünüyordum, ama o güne kadar bizi rahat bırakır. Bu bana basit ve mantıklı bir gerçek gibi görünürdü. Yaşam bu yandaydı, ölüm İse öte yanda.
Oysa Kizuki'nin öldüğü geceden itibaren artık ölümü (ve yaşamı) böylesine basit bir biçimde düşünemez oldum. Ölüm yaşamın karşıtı değildi artık. Ölüm, daha hayatımın başlangıcından İtibaren yaşamımın bir parçasıydı, istesem de istemesem de bunu hiçbir çaba unutturamazdı. O mayıs gecesinde on yedi yaşındaki Kizuki’yi aldığında, ölüm beni de ele geçirmişt
On sekiz yaşımın ilkbaharını, göğsümdeki o düğümlenmeyle ve bunu ciddiye almamaya çabalamakla geçirdim. Belli belirsiz de olsa, bir şeyleri ciddiye almanın insanı ille de gerçeğe götürmediğini hissediyordum. Ama sorunu ne kadar evirip çevirsem de, doğrusu şuydu: Ölüm bir hakikatti. Bu boğucu çelişkiye kendimi kaptırınca sonsuz bir kısırdöngüye gömüldüm, Şimdi geriye dönüp bakınca, o günlerin çok garip olduğunu görüyorum. Tam yaşamın ortasında her ölümün çevresinde dönüyordu.