“Onlar ne anne?”
“Fanila, külot oğlum. Sabiha halana diktirdim, hadi bi giy.”
Sabiha halam Kız Meslek mezunu. Eli çok yatkındır. Annem, babamın gazozhanede şerbet yaparken kullandığı şeker çuvallarından iç çamaşırı diktirmiş. Neşeyle giyiniyorum. İyi güzel ama, biraz sert ve hafif kaşıntı yapıyor sanki. Sorun değil. Yalnız, külotun hemen arka tarafında Kayseri Şeker Fabrikası’nın mührü var. Olduğu gibi duruyor. Yıkamakla çıkmamış demek ki. Bir şey demiyorum anneme. Öyle mutlu ki. Mühür orda duruyor ama. Beden eğitimi derslerinde eşofman giymek için sınıfta soyunurken ne yapacağım? Annemin çuvaldan yaptırdığı, arkası şeker fabrikası mühürlü külotlar yüzünden, beden eğitimi derslerinde birkaç yıl tuvalette giyinip soyunuyorum...
Artık çok yorgunum ve uykum geldi. Bütün kız kardeşlerimin ve annelerin adlarının Cemile olduğu bir ülkenin kollarına bırakıyorum kendimi, yavaşça kapanıyor gözlerim.
Hiç bilmediğim şeyler var sanki bu dünyada ve sanırım hayat, hiç de kolayca anlaşılabilir bir şey değil.
Bana ne oluyor böyle?
Büyümek ne zor şeymiş...
Kasaba okullarında okuyan öğrencilerin anılarında, çoğunlukla hangi öğretmenin, ne kadar ve neyle dövdüğü yer alır.
Mutlu anlar, hatırlanmayacak kadar azdır.
"...Biri kovayı tutuyor, öbürü de yazıyor. ”Kahrolsun Faşizm” yazmışlar. Yalnız faşizmdeki “z” ile “m”nin arasına da “i” koymuşlar. Neyse, söyledim, düzelttiler.” Oraya “i” konulmaz” dedim. Daha imla kurallarını bilmiyorsunuz ki oğlum, nasıl devrim yapacaksınız?”
“Ne alakası var baba?”
Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz:
“Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın. Bu kadar.”
“... bütün sanat eserleri belleğe dayanır. Belleği billursu hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir. Sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur ve olgunluğu da son noktadır... "
diyor Tarkovski... Katılıyorum.
- Üç şafaktan beri, Tengri bana mavi bir baştankara kılığında görünüyor. Her sabah kuş aynı çadırın tepesine konuyor ve üç defa ötüyor... Cengiz! Cengiz! Cengiz! Sonra, kanatlarını açıyor, güneş ışınlarını yayarken, duman deliğinden bir gökkuşağı giriyor. Bu çadır, Kağanımızın çadırı. Tengri'nin işareti benim için kayanın üzerinden geçen çağlayan gibi, açık, geri çevrilmez: bana seçileni gösteriyor. Artık Temuçin yok! Tengri'nin yeryüzündeki iradesi Cengiz yaklaşsın.
Cuci'nin yokluğunda, benimle uğraşmak görevi genç oğlu Orda'daydı. Küçük sümüklü her sabah gelip, beni yürümeye zorluyordu. Bir Moğol'un, üstelik bir komutanın, Kağan'ın atlarının başseyisi ve babasının öğretmeninin güçsüz düşebileceğini anlayamıyordu. Bir koçtan daha büyük olmayan, ama ata bindiğinde sanki bir boğanın boynunu koparmışçasına kasılan bu sümüklü için Tengri'nin altındaki bir erkek ya ayakta durur ya da ölürdü! Sürekli olarak döşeğine uzanarak onun için iyi bir örnek olmadığımı biliyordum, benimle ava çıkmak için sabırsızlandığını da.
Çocukluğumda, babamın bana söylediği ninniyi mırıldanmaya koyuldum:
Yaşlı atlar çekildiğinde,
Tayları çıkarmak gerekir,
Sen olmazsan, ey oğul,
Ben yaşlanınca onları kim tımarlayacak?