Ah Humbert vah Humbert. Ne diyeyim ki ben şimdi. Aşağılık bir pedofil olarak başlayıp Mecnun’a dönen ve kendini yollara vuran, sonra da iyice kafası gidip cinayet işlemeyi bile göze alan Fransız Humbert’in hazin Amerika macerasını anlatmış bize Nabokov amca. Kimisi kendini anlatmış diyor, kimisi bu nasıl hayal gücü yiğidim diyor. Kitaptan çok kitabın eleştirilerini okudum, her kafadan bir ses çıkıyor ve okuyan herkesin kafası karmakarışık oluyor gözlemlediğim kadarıyla. Benim de karıştı. Ne düşüneceğimi ne hissedeceğimi bilemedim sayfalar ilerledikçe. Kimin zaman tiksinme ve mide bulantısı, öfke, adamın acizliğine acıma, ayıplama, sıkılma, bıkma... Olumlu duygularla okumak mümkün değil bu kitabı. İlk yarısı, Humbert’in Dolly’yi elde etme çabaları ve amacına ulaşmasına kadar olan kısmı öfkeyle bir solukta okumak mümkün, ama sonrasında “ee daha kitabını yarısına geldik, şimdi ne olacak” denilen noktada işler sarpa sarmaya başlıyor. Karıştıkça karışıyor, yazarın ve karakterin kafa karışıklığı sayfalara da yansıyor, kişiler, mekanlar, olaylar birbirine giriyor, sonu gelmeyen yolculuklara çıkıldıkça ve mekanlar değiştikçe buhran daha da artıyor. Sonra öğreniyoruz ki Dolly bu pislik herifin ellerinden kurtulmak için kendini sefil bir hayata atıp kurtuluşu başka bir adamla kaçmakta arıyor, başta kendini kullanan Humbert’e bir oyun oynuyor, adamı resmen yıkıyor. Hak etmedi mi? Kimseye önermeyeceğim ama yazılma amacını düşününce kült olmayı hak ettiğinde hemfikir olduğumuz bir kitap.