Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum. Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, bana göz kırpıyordu. Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum, incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. İncirlerin hepsini ayrı ayrı istiyordum ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararıyor, birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.
Aşkın has olanı bir karşılığı olup olmadığıyla ilgilenmez. Has aşk, tutulduğu varlıkta bir değeri var mı yok mu umursamaz. Has aşk tanrı aşkına benzer. Sen tanrıyı çok seversin, ama o herkesi sever, hatta belki seni sevmez.
Bütün camları açtım. Serin hava bir anlığına içimi tazeledi. Bir anlığına. Umut bu işte. Sadece bir an. Taze havanın yüzümüze çarptığı o kısacık an. Böyle yaşamaya devam ederiz ancak, beklenmedik anlarda yüzümüze taze bir havanın çarpmasıyla.
Bir sahne yaratıyorlar, yarattıkları sahneye inanıyorlardı. Kendilerine iyi ihtimaller kurgulayıp onlarla oyalanmayı seviyorlardı. Osman hep böyle yapardı. Osman’ın gerçeklerle zoru vardı.
Allahtan kolayca bağışlayabiliyordum. Hep kolayca bağışlamıştım. Bağışlayıp unutmak hesaplaşmaktan çok daha kolaydı. Bağışlıyordun ve bitiyordu. Başını alıp gitmen, hayatını değiştirmen gerekmiyordu.