Sonra çıkıyorsun dışarı, bakıyorsun güneş hala tepede. Bir cigara yakıyorsun ve yıllardır kurduğun cümleyi bilmem kaçıncı kez kuruyorsun: “Ne yapalım, kısmet değilmiş…”
bir şey söylemedi, sessizce yüzüme baktı... dünyada değil de cennette... orada insanlar için ağlarlar, günahlarının yasını tutarlar ama suçlamazlar onları! daha acı bir şey... suçlamadıklarında, insan daha çok acı duyar.
hissetmediğimi mi sanıyorsunuz? ne kadar çok içersem, o kadar çok hissediyorum. bunun için içiyorum zaten. içkide ve sevgide incelik bulmaya çalışıyorum. bir kat daha acı çekmek için içiyorum!
insanın kimsesi yoksa, hiçbir yere gidemez. herkesin, gidebileceği bir yeri olmalıdır. çünkü öyle bir an olur ki, insanın mutlaka bir yere gitmesi gerekir.
“Çiftliğin tüylü şeftalilerinden getirmeliydin. Bu nektarinler ikinci en sevdiklerim.”
“Eğer şimdi sana en sevdiklerini getirseydim, yolunu gözleyecek bir şeyin kalmazdı.”
bir gece yarısı karanlık bir odada küçük bir saatin hayal meyal görülen kolu gibiydi... hani uyanıp da saate bakmak istersiniz ve saatin size vakti dakikasına ve saniyesine dek söylediğini görürsünüz, beyaz bir sessizlik içinde parlamaktadır, tamamen kendinden emindir ve ilerideki karanlıklara, ama aynı zamanda yeni bir güneşe doğru da hızla ilerleyen gece hakkında ne söylemesi gerektiğini bilir.
kızın şimdi ona dönük olan yüzü, içinde yumuşak ve daimi bir ışık olan narin süt kristaliydi. elektriğin histerik ışığı değildi bu... neydi peki? tuhaf bir şekilde rahatlatıcı, nadide ve hafifçe titreşen mum ışığıydı.
“eh, on yedi yaşındayım ve deliyim,” dedi kız. “amcam bu ikisinin hep el ele gittiğini söyler. insanlar yaşını sorunca, on yedi yaşındayım ve deliyim de hep, dedi.”
içindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti.