bach’ın donuna tükürür, çükünü koparırdım
oyalarla, nazar boncuklarıyla süsler
kütüphaneme asardım, korusun diye beni şeytandan
belki doğmamış olurdun sen daha, büyümemiş.. belki..
hiç şefkat görmemiş, şeftali reçeli tatmamış uygarlıklar gibi
karagöz intiharlarıma hacivat taklidi yapardın, aldanırdım
hiç bayram harçlığı almamış bir tanrı silueti gibi
ağlardın, gizlenirdin belki de bir köşede kendi içine
oysa yoktu ki köşeleri o üçgenin
dudaklarınla dudaklarım, sözcüklerimiz arasındaki üçgenin
ağzına sıçayım ki sevdim ben
böyle en önce, eperken genç ölmeyi
ve hasretimi ve memleketimi
bereketi ulan bereketi
beklentilerimi, beklemeyi sevdim hep...
göğsümde ekvator gibi yatarken
gözleri tıpkı bir gökkuşağı makberi
tıpkı bir denizkızının bekâreti kadar yeşil ve
sanki gözlerinde kurşuna dizilirdi şairlerin
eksik dizeli şiirleri..
her acının kaydının tutulduğu o yükseklikte
kadınların taşıdığıdır hüzün,
bir şey söylemek için tarihe,
o dik duruş
bilinmeyeni söyler ölümlülere.
olmayan tanrıların tapınaklarını
gölgelerle dolu.
olmayan tanrıların bakışlarını.
bense kendi hücresinde oyalanan
ve karanlığa inancını tazeleyen
gururlu bir mahkum gibi adımlıyorum yeryüzünü.
adımlarım dönüp dönüp aynı şeyi söylüyor bana;
tüm eski sözlerin, eski inançların,
pişmanlıkların yeniden hatırlanacağı bu eşik..