-... Bazen bir kuyunun dibine çöken derin bir sessizliği karıştırırken, bazen içimin en ücra köşesinden dörtnala gelip zihnimi istila eden başkalarının seslerini bastırmak için var gücümle susarken buluyorum kendimi. Hatta öyle zaman oluyor ki, başkalarına ait olduğundan emin olduğum seslere direnmek için sessizliğe dönüşüyorum.
-Sessizliğe dönüşmek... Sessizliğin bir rengi var mı?
-Bilmem. Bence sessizliğin rengi de dilsizdir, yani herhangi bir renge bulaşmaktan sakınmıştır kendini.
-Hayır siz mâkulü aramıyorsunuz! O kadar budala değilsiniz. Aklın kendisi için işleyen bir cihaz olduğuna kaniyseniz o başka... Hayır, sizin aradığınız başka bir şey.
-Ben doğruyu arıyorum. Yahut istiyorum, bir parçacık olsun...
-Doğru, ya bütün olur, ya hiç olmaz... Dostum, sizin bahsettiğiniz sağlam kıymetler ancak bir lokma, bir hırka yaşamağa razı olanlar içindir. Sizin gibi her şeyi ve hepsini birden isteyenler için değil! Bütün ve halis şahsiyet her şeyden evvel kendisiyle yetinmeyi icap ettirir.
En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben de mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
Ah o andaki sesim! Nasıl tanıyordum bu sesi ve hıçkıran bütün vücudumu. Bütün ömrümde kaç defa rüyalarımdan kulaklarımda hep aynı gözyaşlarıyla ıslak bu sesle ve içimde bu korkunun tâ kendisiyle uyanmıştım. Korku... Korku ve insan, korku ve insan talihi, insanın insana hücumu, o hiç yere düşmanlık. Fakat neyi anlatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.