"Benim yaşam biçimim şudur: sizlerin yarı yolda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürmek yalnızca. Ayrıca, siz korkaklığınıza ölçülü davranmak adını veriyor ve böylece kendi kendinizi aldatıyor, avutuyorsunuz. Ben ise sizden daha canlı bir insanım demek ki..."
Akrabalar arasında dostluğu doğuran doğanın ta kendisidir; ama bu dostluk sağlam değildir. Gerçekten de akrabalar arasında yakınlık kaybolabildiği halde, dostlukta hiçbir zaman kaybolmaz: işte bu noktada dostluk akrabalığa üstündür, yakınlık ortadan kalkarsa, dostluk adı da kalkar ama akrabalık sürer. Dostluğun gücü özellikle şundan anlaşılabilir: doğanın insanları birbirine yaklaştırıp meydana getirdiği sayısız insan toplulukları içinde dostluk, o kadar sıkışmış, o kadar dar bir alana sığınmıştır ki, ancak iki veya birkaç kişi tam bir şefkatle birbirine bağlanır.
Size şu sözleri okumak istiyorum:
"Gülmek, aptal gibi görünme riskini göze almaktır." ..
"Ağlamak, duygusal olarak nitelendirilme riskini göze almaktır." ..
"Bir başkasına elini uzatmak, bağımlı olma riskini göze almaktır." ..
"Duygularını açıklamak, gerçek kişiliğini gösterme riskini göze almaktır." ..
"Düşünceleri ve düşleri bir topluluğa sunmak, saf yürekli olarak nitelendirilme riskini göze almaktır." Ah, bana bundan çok daha kötü şeyler söylediler.
"Sevmek; karşılığında sevilmeme riskini göze almaktır." Ben karşılığında sevilmek amacıyla sevmem.
"Yaşamak, ölme riskini göze almaktır." Ben hazırım buna.
"Umut etmek, umutsuzluğu denemek ve başarısızlık riskini göze almaktır.” Ama kesinlikle riske girmeliyiz, çünkü yaşamdaki en büyük risk, hiçbir riske girmemektir. Hiçbir riske girmeyen insan, hiçbir şey yapmayan, hiçbir şeyi olmayan, hiçbir şey olmayan, bir hiç olan insan demektir.
İnsanlar, olaylar ve her şey anlayamayacağımız, bilemeyeceğimiz kadar girift... Tek bilmemiz gereken hiçbir şeyin Cenabı Allah'ın bilgisi ve gücü dışında olmadığıdır...
Kaybetme Korkusu
Kaybetme korkusu insana tavizler verdirtir ve verilen tavizlerin mutlaka bir sonu vardır. Sürekli almaya alışan taraf, bir gün istediğini alamazsa:
Gerçek yüzün ortaya çıktı işte!
Seni yanlış tanımışım, yazıklar olsun!
şeklinde yaklaşımlar sergiler…
Tarihçi, kendi dünyasının diğerlerininkine üstün olmayı göstermeyi hedefleyen bir efsaneleştiricidir; aldatıcı ise kendisinin diğerlerinden üstün olduğunu gösterme arayışındadır. İkisi arasındaki fark pek küçüktür.
Özgün insanlara duyulan antipati öyle bir dereceye varmıştır ki, böylesi koşullar altında Sokrates bizim aramızda yaşayamaz ve hiçbir biçimde yetmiş yaşını göremezdi.
Bu gerçekler uzun süredir biliniyordu. Buna rağmen, kültür ve eğitimin yüzyıllardır dayattığı ve müşterek mirasın tamamlayıcı parçası olarak kutsalmışçasına varlığını sürdüren efsanelere hâlâ mahkûmuz. Tarihi gerçekler yeterince çekici değil mi?