DOĞUM
Birinci Durak: SAVAŞ
Otobiyografik yönün fazla olduğu bu romanda Ferdinand Celine’in hayat bulduğu kahramanın ismi Ferdinand Bardamu’dur. Bardamu bir gün savaşı öven bir arkadaşıyla konuşurken, bir anda askere yazılan gönüllülerin arasına katılır. Onun için bir anlık bir şaka olan bu hareket, gecenin sonuna yolculuğunun ilk durağı olacaktır.
Dünyanın gördüğü en yıkıcı savaş olan İkinci Dünya Savaşı’nın içinde savaş denilen kadim olgu üzerine tespitleriyle bizleri de sorgulamaya itiyor. Dönemin bilimi için ırk olgusu bilimsel bir gerçek olarak kabul edilmekte ve Naziler de kendilerini en üstün ırk olarak görerek milyonlarca insanı gaz odalarına göndereceklerdir. Ama bu anlayış sadece Nazilere özel bir durum değildir; o dönem dünyada üstün ırk olma hülyasına kapılmış farklı ülkelerden pek çok insan bulunur, engelli vb. insanların ötanazisi tartışılır. Bardamu ise bu insanlardan biri olan arkadaşına, “Hiç de öyle değil! Senin ırk dediğin şey, alt tarafı, açlıktan, vebadan, urlardan ve soğuktan kaçarak, yedi düvelin sillesini yedikten sonra gelip kendini burada bulmuş, pirelenmiş, gözü çapaklı, götü donmuş, bana benzeyen koca bir çulsuzlar yığınından ibarettir,” diyerek karşı çıkar. İnsan mitlerle yaşayan bir canlıdır, üstün ırk kavramı da muktedirlerin iktidarlarına dayanak kılmak için kullandığı ve sömürecekleri insanlara ve onları sömürürken birer piyon olarak kullanacakları halklarına benimsettikleri bir mitten fazla bir şey değildir. Böylelikle köleliği en başta zihinlerde inşa ederler, ardından da diğer muktedirlerle olan güç savaşlarında halklarının seve seve ölüme koşmalarını sağlarlar. Bu savaşlardan en yıkıcı olanların birinde Bardamu ise “Yeryüzündeki biricik korkak ben miyim?” diyerek şaşkınlığını belli eder. Öte taraftan her ne kadar kahramanlık nidaları atılsa da yanlarında, önlerinde, arkalarında düşen sayısız topların gürültüsü altında ve birbirlerini hiç tanımayan farklı halklardan insanların gözleri dönmüşçesine birbirlerinin boğazlarına süngüleri soktuklarında, cayır cayır karşılarındaki insanları yaktıklarında, taramalı tüfeklerle birbirlerini delik deşik ettiklerinde, çıplak ellerle birbirlerinin gözlerini oyduklarında psikolojilerinden insanlık mefhumunu da yitirmeye başlarlar. Bunun sonucunda, her biri kendilerini hayatta tutan biricik şey olan korkularını, “Dört haftadır sürüp giden bu savaşta, o kadar yorgun, o kadar mutsuzduk ki, yorgunluktan korkumun bir kısmını yolda yitirmiştim,” diyen Bardamu gibi yitirerek birer zombiye dönerler. Tam da komutanlarının onlardan, muktedirlerin de komutanlardan istediği gibi… Böylelikle kahramanlık aşısının etkinliği zirve noktasına ulaşır ancak “Aslına bakılırsa kuşku uyandıran biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek.”
Cephe gerisinde ise “Hırsla yalan söyleniyordu, düş ötesi, gülünç ve saçmalık ötesi, gazetelerde, afişlerde, havada, karada, denizde. Herkes işin içindeydi. En kuyruklu yalanı kim söyleyecek diye yarışıyorlardı. Kısa süre sonra kentte gerçek diye bir şey kalmadı.” Fransızlara göre Almanlar birer canavardı, tüm Avrupa’nın hatta tüm dünyanın ciğerlerini söküp ızgara yapmak istemektedirler; Almanlara göre ise tüm dünya onlara karşıdır, bilhassa komünistler ve Yahudiler devletlerinin altını oymuş, üstün ırklarını zehirleyerek onların sosyal, ekonomik ve her alanda geri kalmalarına sebep olmuşlardır. İngilizlere kalsa kendilerinden başka herkes birer canavardır, Amerikanlar ise Avrupa’dan kilometrelerce uzak kıtalarından silahlarını satacak birer müşteri olarak görmektedir herkesi. Ve gazetelerin hepsi, muktedirlerinin o anki bakışına uygun formatta yalanlar söylemekte, böylelikle halklarını birer piyon konumuna indirmektedir. Aksi bir sesi ise anında vatan haini olarak bu piyonların önüne linç edilmek üzere atmaktadırlar. Çünkü şimdi savaş zamanıdır, yani muktedirlerin ceplerinin daha çok dolması için kartların yeniden dağıtılma zamanıdır. Yalanlarla beyinleri kurulan cephedeki piyonlardan ise bir tanesinin adını bile gelecekte kimse hatırlamayacaktır. “Örneğin Yüz Yıl savaşları sırasında ölen askerlerden bir tanesinin bile adını hatırlıyor musunuz, Lola?.. Bu isimlerden bir tanesini bile öğrenmeyi denediniz mi hiç?.. Hayır, değil mi?.. Asla denemediniz? Onlar sizin gözünüzde şu önümüzdeki herhangi bir eşyanın sıradan bir atom zerreciği kadar adsız, önemsiz, hatta daha bile meçhul, sabahki dışkınızdan bile değersiz... Gördüğünüz gibi, Lola, boşuna ölmüşler! Bir hiç uğruna ölmüş o salaklar! İddia ediyorum! Kanıtı ortada! TEK DEĞERLİ ŞEY YAŞAMDIR.”
Bardamu, bu satranç oyunundan yaralanarak paçayı kurtarır ve soluğu ikinci durağında alır, Afrika’da.
İkinci Durak: SÖMÜRGECİLİK ve KÖLELİK
Soluğu ülkesinin Afrika’daki bir sömürgesinde alan Bardamu, beyaz ırkın üstün tavırlarının yarattığı sonuçlara yakından tanık olur ama o, bir insan hakları savunucusu değildir, yanlış anlaşılmasın, o sadece hayatta kalmaya ve ne olursa olsun gecenin sonuna giden bu yolda devam etmeye çalışan sıradan bir insandır, sen, ben yani her birimiz gibi. “Sopa eninde sonunda onu kullananı yorar, oysa beyazların beynine iyice kazınan güçlü ve zengin olma umudu külfetsizdir, en ufak bir külfeti yoktur. Artık şu Mısır’ın ve Tatar Zorbaların marifetlerini sıralamaktan da vazgeçilsin! Dikey duruşa geçmiş hayvanlara iş başında en müthiş gayretlerini sarf ettirmenin yüce sanatında Antik çağların bu amatörleri kendini beğenmiş düzenbazlar olmanın ötesine geçememişlerdir. Bu ilkeller, köleye “Beyefendi” demesini ve arada sırada ona oy verdirmesini bilmiyorlardı, ne de ona gazete almasını, ne de hele tutkularından arındırmak için savaşa yollamasını,” diyerek Bardamu, modern kölelik düzeninin ilkel kölelik düzeninden daha feci olduğunu anlatmak ister. Çünkü, ilkel köle, durumunun tamamen farkındadır ama modern köle özgür olduğunu zannetmektedir; oy veriyordur sonuçta, kendilerini yönetecek insanları seçiyordur ama aslında kendilerini sömürecek olanları seçtiğinin farkında bile değildir. Belki bir sonraki seçim iktidarı değiştirecektir ama değişen sadece sömürecek olanların ve bunların kendilerini konumlandırdıkları ideolojinin isimleridir.
Burada başına türlü belalar gelen kahramanımız yolculuğuna, hep görmek istediği Amerika’da devam edecektir.
Üçüncü Durak: AMERİKA
Bardamu’nun burada ilk dikkatini çeken şehrin mimarisinin dikey olarak gelişmiş olmasıdır. Adeta burada muktedirler, Babil Kulesine devam ediyorlar ve zenginlik vaat ettikleri halklarını her geçen gün bulutlara daha çok yaklaştırmaktadırlar. Gerçekten öyle mi, diye hemen şüphe tohumları ekmek isteyen bozgunculardan ise sadece sabretmelerini isterler, kuleler uzayacak ve Tanrıya komşu olunacaktır, sadece biraz daha öne eğilmeleri gerekmektedir ve kesinlikle düşünmemeleri. Zira “Fabrikamızda düşüncelere ihtiyaç yok. Bizim ihtiyacımız olan şey şempanzelerdir,” der bir işçi Bardamu’ya. İnsan şempanzeden daha iyi köle olur, çünkü şempanzenin sağı solu belli olmaz ve o doğasına uygun davranır, en temel ihtiyaçlarına binaen yaşar ve fazlasında göz yoktur. Bardamu burada fazla yapamaz, ama “Amerikan ticaretinden kaçmak olanaksızdır,” ve bunu en iyi simgeleyen ise hızla akan yaşam ve kaldığı evin yakınından gece gündüz geçerek rahatsızlık veren metrodur.
Bardamu’nun Amerikan rüyası uzun sürmez ve memleketine dönüş yapar.
Dördüncü Durak: İNSAN ve VAROLUŞ
Bardamu, eğitimini tamamlayarak doktor olur. Ama hayatının refah seviyesinde pek bir değişme yaşanmaz. Çoğunlukla mecburen bedavaya hekimlik yapar, ücretlerini almakta zorlanır ve garip garip insanlarla karşılaşır. Son durağı ise bir tımarhanede doktorluk yapmak olacaktır. Bu sırada hayatının her safhasında bir şekilde sürekli karşılaştığı Robinson ile olan ilişkilerini de uzun sayfalar boyunca okuruz. Bu bölümde Bardamu’yla birlikte insan ruhuna ve varoluş mefhumuna yolculuk yaparız. Varoluş denilince ilk akla gelen “Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek”tir. “Bense asla kendimi öldüremedim,” diyen Bardamu ise insanlarla tamamen “taşak geçmek” için kurgulandığını düşündüğü bu hayata ne olursa olsun bağlıdır. Hem de herkesten daha samimi şekilde… En başta kendisine dürüsttür, yapay kibarlıklar yapmaz, ama bir yandan da hayatına devam edebilmek için yalan söylemekten de ihanet etmekten de geri durmaz. Sonuçta “Yaşam yalanla dolup taşan bir çılgınlıktan ibaret olduğuna göre, insan ne kadar uzaktaysa, yalanlarına ne kadar çok şey katabiliyorsa, o kadar mutludur, bu da doğal ve olması gereken bir şeydir. Hazmedilmesi zor olan gerçektir,” ve “İhanet etmek, bir hapishanede pencere açmaya benzer. Herkes bunu yapmak ister ama gerçekten yapılabildiği nadirdir.” Etik değerleri oldukça kaygandır hatta böyle değerler olduğuna da inanmaz; insan sürekli olarak “alçaldığı” bu hayatta birer “tutunamayan”dır, çaresizce tutunmaya çalışan. Etik değerlere de tutunulabilir tabi ki ama bunu sağlayacak maneviyatın gücü de insanın sosyal konumuna, ekonomik durumuna bağlı değil midir ki bir yandan ve insan, bu açılardan sürekli tokat yiyorsa ne kadar yüksek bir maneviyata sahip olabilir ya da bu insanı, böyle bir maneviyata sahip olmadığı için nasıl eleştirebiliriz? Bu yüzden “İğrenç varlıklarız vesselam. Kimseye gücenmenin alemi yok. Önce doyum ve mutluluk gelir. Benim görüşüm de bu,” der Bardamu.
Ama olur mu öyle şey, insanlık bu mu, yardımlaşma, birlik beraberlik, insanlığın evrensel değer ve hedefleri ne olacak diyebiliriz. Buna Bardamu’nun yanıtı ise “Kendi hesabıma, o insanlık ahlakı gibi meseleleri, hiç ama hiç iplemiyorum, herkes gibi yani. Bana ne!” olur. Bu Bardamu ne kadar pislik bir insan böyle diyebiliriz, sanki kendimiz birer melekmişiz gibi, Bardamu da bizimle bu hususta hemfikirdir: “Her neyse, bütün bu adiler, melek olmuşlardı ben farkına bile varmadan! Bulutlar dolusu melek vardı artık, her tarafta, hem de kaçığını mı ararsın, münasebetsizini mi... Alayı da kentin üzerinde gezmeye çıkmış!”
İnsan eğer özgür değilse yani “cebimiz mangırla dolu” değilse, ahlaki değerler, kurallar, ve iyilik diye kültürel genlerimize kodlanan her bir öğe, bize vurulan birer pranga olmaktan öteye gitmeyecektir. Bu prangaları sevebiliriz, onlara hatta aşık olabiliriz. Eğer aksi bir seçeneğimiz yoksa, belki de yola devam etmemizi sağlayacak en iyi seçenek de bu olabilir. Ama insan bir kere düşünmeye başlayınca çoğunlukla kendini durduramıyor, bir köstebek gibi zihnini, toprağı, göğü, insan doğasını, kültürü, tanrıyı ve her şeyi kazıp duruyor. Nihayetinde vardığı noktada karşısına çıkan manzara Bardamu’nunki gibi oluyor: “Sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak için harcadığı o olağanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna. Baştan veri olarak elimize tutuşturulan şu aksak ikinci sınıf insanı, sabahtan akşama kadar hep küçük bir evrensel ideal, birinci sınıf bir insan olarak sunmak zorunda kalmamız ne de büyük kâbus.”
Yine bunları boş verip insanlık idealleri için savaşmaya devam edelim falan fistan. Ama kendimizi çok da yıpratmaya gerek yok, sonuçta “YAŞAM BUNDAN İBARETTİR, GECENİN İÇİNDE SON BULAN BİR IŞIK PARÇASI…”
ÖLÜM.