Çölde UyanmakÇok anlamlı bir kitaptı Tatar Çölü benim için. O nedenle hakkında birkaç cümle etmeden geçmek istemedim. Başlamadan önce belirtmek isterim ki yazdığım bir tanıtım yazısı değil, incelememsi bir iç döküştür. Bu nedenle yer yer spoiler bulunabilir.
Hayatımızda rahatsız olduğumuz şeylere karşı bir eylemde bulunmak, onu reddetmek ve değiştirmeye çalışmak yerine geçici bir süreç gibi bakma eğilimimiz var. O süreçlere tahammül etme, idare etme… Geçene kadar… Belki de bu bir risk yönetimidir yani yaşama içgüdümüzün bir parçası. Kendi içimizde bilinçsizce yaptığımız kar-zarar analizinin bir sonucu… Statükonun güvenli limanı. Kulağa mantıklı geliyor.
Ama şu da bir gerçek ki o süreçler hiç bitmiyor. Biri bitse diğeri başlıyor. Biz de kurtulamıyoruz Drogo gibi sınır kalelerimizden. Bize gösterilen sözde düşmana karşı nöbet tutuyoruz sürekli. Bugün, yarın son diyerek… Aylar, geçiyor ardından yıllar. Tahammül ettiğimiz, idare ettiğimiz, özgürlüğün, daha iyi bir hayatın adımı olarak gördüğümüz o “süreç” hayatımız oluveriyor. Geriye baktığımızda –olur da bakmayı hatırlarsak- harcadığımız yıllar öyle anlamsızca beliriveriyor.
Bunu bize ne yaptırıyor peki? Bu esareti gönüllü hale getiren ne? Toplum? Sosyal yaşam? Kültür? İnanç? Prensipler? O analizi yaptığımız terazinin ölçü birimlerini ne belirliyor?
Olmayan bir düşmanın nöbetini gece gündüz bekleten ne?
Buraya kadar gelmişken, hiç düşündünüz mü kitabın adı neden Bastiani Kalesi değil de Tatar Çölü? Tüm kitap Drogo’nun kaleye esaretini anlatırken, kaleyle olan savaşını, ona bağlanışını, onu bırakamayışını anlatırken neden Tatar Çölü?
Çölün üzerinde bir sınır kalesi Bastiani. Onu bu denli izbe yapan, askerleri böylesine işlevsiz, kalenin içinde yıllarca çürümeye bırakan çölün kendisi… Aslına baktığınızda çöl yapısı itibarıyla tüm kaleyi yutuyor, askeri de düşmanı da. Ne düşman girişine izin veriyor, ne askerin savunmasına. İşte belki de o yüzden zamanla Tatar Çölü denmiş buraya. Çöl, Tatar Çölüne döndüğü an askerlere ve onların orada bulunuşuna anlam yükleyen bir imge halini alıyor. Sadece çöl değil, Tatar Çölü oluyor. Tatar düşman. Düşman ise amaç. Kaleyi savunmanın, kalede kalmanın anlamı. Beklenen ışık. Hiç olan yıllara karşı bir “ama” bir “belki”… Devam etmek için köşede belli belirsiz duran o neden.
“Burası, bir tür sürgün gibidir, bir kaçamak noktası bulmak, bir şeylerin ümidini taşımak gerekir.”
“Ama umut yok olunca, herhangi bir şey umabilme umudu bile yitince, ortaya çıkan boşluğu doldurmak ve ayakta kalabilmek için insan düşlere, çocukça düşüncelere, olmayacak masallara sarılıyor.” (Son Şeyler Ülkesinde – Paul Auster)
Bir sınır kalesine hapsolmuş askerlerin hayali olmuştu çölden gelecek düşman. Tatar masalıyla uyuyup uyanıyor, gece çölün ışığını gözlüyorlardı. Onları kaleye bağlayan, alışkanlıkların afyonuna renk katan bir düştü.
Ama aynı zamanda koca bir belirsizlikti. Bir ışığı altı ay beklemekti mesela, bir ışığı görüp göremediğine karar verememekti. Gördüğünün ışık olduğundan emin olamamaktı. Seraptı…
Gerçekle yüzleşmeye takati olmayanların ise bir serabın peşinde soğuktan donduğu yerdi.
Yani kısacası askerleri Bastiani Kalesi’ne tutsak yapan çöldü. Çölü, Tatar Çölü yapansa askerler.
Kitapta içime en çok dokunan, Drogo’nun izin için eve gittiğinde, o sarhoş zaman girdabından bir anlığına çıktığı, kendini hapsettiği parmaklıklarını fark ettiği, kalesinden kurtulmayı seçtiği anda yaşadığı yabancılık duygusuydu.
Evine, odasına, yatağına ve sevdiklerine duyduğu yabancılık… Ait olamama hissi. Bıraktığı gibi kalmamıştı hiçbir şey. En başta da kendisi. Herkes farklı yollara dağılmıştı. Bir kavşak da görünmüyordu. Yalnızdı. Bunun gerçekliği beni afallattı.
İşte tekrar kaleye döndüğünde bu defa parmaklıklarını sessiz ve hüzünlü bir kabullenişle kapattığında, onu anlıyor olmak daha da üzdü beni. Kendini tutsak olduğu, kaçamadığı bir kaleye ait hissetmek ya da şöyle düzelteyim o kaleden başka bir yere ait hissedememek… İnsan her zaman sevdiği, olmak istediği, hayal etmek istediği yere bağlanmaz. Bazen mecbur olduğuna, tutsak olduğuna bağlanır. Stockholm Sendromu gibi bir şey değil mi? Tutsaklığı içinde yaşanabilir hale getirme eğilimi. Mücadeleden yorulma, içinde ettiği kavgadan sıyrılma, kendini akışa bırakma eğilimi.
Drogo’nun durumu da en başta bahsettiğim, sürece tahammül etmek, idare etmekten ibaretken rahatsız bir aitlik hissiyle perçinleşti. Umutlar ve masallar eskidi. Alışkanlıkların hızı Drogo’nun tüm hayatını kuşattı. Çöl, çöl olmanın hakkını verdi.
Yanlış anlaşılmak istemem. Kastettiğim her duruma isyan etmek, başkaldırmak değil. Hayat dediğimiz zaten karmakarışık bir şey. Yaşarken isteyerek istemeyerek kendimizi birtakım olaylar zincirinin içinde buluyoruz. Ama kastettiğim, içinde olduğumuz her duruma aslında tutsak olmama ihtimalimiz. Seçeneğimiz olmadığını, o duruma tahammül etmekten başka çaremiz olmadığı yanılsaması. Bir değişikliğin sebebi olma korkumuz. Seçimlerimizin sorumluluğundan, hayatımızla ilgili akışa müdahaleden kaçma eğilimimiz. Yani aslında belki de parmaklıklar kapalı değildir, belki o parmaklıkları biz örüyoruzdur kendi etrafımıza, sınırları biz daraltıyoruzdur. Sonra o sınırların içinde yaşamaya alışıyoruzdur. Bir sorun olduğunda parmaklıkları suçlamak kolay geliyordur ya da…
Ya da belki o parmaklıkların, o dar duvarların bizi koruduğu yanılgısına kapılıyoruzdur. Kendimizi bir kafese hapsediyor, kapıyı kapatıyor ve yaşamak için kendimizi kafesin dışındakilere bağımlı hale getiriyoruzdur. Kapımız açılsa dahi gidemeyecek hale geliyoruzdur…
İşte bu yüzden neyi kabullendiğimizi, neyi idare ettiğimizi, ne şartlarda ve niye kabul ettiğimizi sorgulamak gerekiyor bence. Çünkü bir yerden sonra alışıyoruz. Alışkanlık en büyük tutsaklık oluyor çünkü alışmak körleştiriyor. Zamanı yutuyor, hayatı silip süpürüyor. O duvarları biz örüyoruz bir yerden sonra, kalenin nöbetini kendimize yazıyoruz. Parmaklıklar bir kez zihne işlediğinde, esareti unutuyoruz. Parmaklıkları görmez oluyoruz. Onlara değmezsek özgürmüş gibi hissediyoruz. Rutine sarılıyoruz. Rutin bizi yönlendirsin istiyoruz. Düşünmekten alıkoysun. Rutin bize parmaklıklarımızı unuttursun.
Ama rutinin hesaba katmadığı, uyuşturamadığı alışmaların bile üstünü kapatamadığı bir şey var: Ölüm.
Ölümün gerçekliği, dokunmaktan ölümüne korktuğumuz için görmezden gelmeyi seçtiğimiz parmaklıkları titretiyor. Duvarlar o denli yıkılmaz görünmüyor artık.
Perde kalkıyor.
Perde kalktıktan sonra gördüğümüzden ibaret hale geliyor tüm hayatımız…
O yüzden öleceğinin farkında olmak, ölümü hatırlamak her zaman karamsar bir şey değil bence. Hatta bir yerde an’a anlam ve değer katan bir şey.
Ben kitabı bitirdiğimde “ben şuan ne yapıyorum?” diye düşündüm. Neredeyim? Hangi kalenin içinde, hangi hayali düşmanı bekleyerek geçiriyorum hayatımı? Hangi rutinde yitiriyorum günlerimi? Hangi alışkanlıklara, hangi güvenli limanlara hapsetmişim kendimi?
Bu yüzden bu kitap benim için ölüm gibi bir şeydi. İyi anlamda. Aynı zamanda uyanmak gibi. Hepsinden öte gerçek gibi… Tüm o imgelerinin ötesinde.
Perdelerinizi biraz havalandırmak isterseniz bu kitabı okuyun derim.
İyi okumalar…