Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

827 syf.
8/10 puan verdi
O, İki Karanın Sultanı, İki Denizin Hakanı, Kayser-i Rum
İncelemeye başlamadan önce geçen günlerde bir zavallı çıkmış Türkiye'nin gurur kaynağı, hocaların hocası, Prof. Dr. Halil İnalcık'a dil uzatıyor. Amacı açık; Osmanlı Devleti'ni tarihî gerçeklerine aykırı yüceltmek, Türkiye Cumhuriyeti ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e saldırarak mevki kapmak. -Ne bereketli topraklarımız varmış, bu kadar hain ne ara yetişti?- Elbette hiç kimse dokunulmaz değildir. Bilgi ve donanımın yetiyorsa bilimsel bir eleştiri yaz, delillerini sun! Bakalım o zaman kim haklı çıkacak görelim, ama amaç farklı. Yazıklar olsun! Halil İnalcık hoca Türkiye Cumhuriyeti'nin yetiştirmiş olduğu gerçek bir Osmanlı Tarihçisi akademisyendir. Bu böyle biline! Kitaba geçersek kitap, beni içerik olarak pek tatmin etmedi, çünkü hocaların hocası tam teşekküllü bir biyografi hazırlamak yerine Fatih Sultan Mehmet'in saltanat süresince başından geçen önemli olaylara yer vermiş. Bunlara ek olarak Osmanlı Devleti'nin kuruluş aşamasını ve Osman Devleti'nin bürokratik yapısını anlatıyor. Tabi bunları anlatırken Halil Hoca yine boş durmamış, bol bol dönem kaynağına kitapta yer vermiş. Zaten aslında bu kitap Halil İnalcık'ın çeşitli makalelerin bir araya gelmesinden oluşuyor. Bu arada "kitabı Halil hoca yazmış, bu okunur kesin" mantığıyla hareket ederek incelemeden almıştım. Belki kitap bu yüzden beklentimin altında kalmışta olabilir. Ama tabi bu sebeple kitap okunmaz demiyorum. Eğer Fatih ile ilgili daha önce bir okumada yapmadıysanız bu kitaptan mutlaka onunla ilgili yeni şeyler öğreneceksinizdir. Öncelikle Fatih'in, II. Murad ve Çandarlı Halil ile olan ilişkisine değinmek istiyorum. II. Murad, büyük oğlu öldükten sonra zevk ve safaya düştü. Ayyaşlık derecesinde içtiği, şarap ve saz meclislerinden pek hoşlandığı bütün kaynakların ağız birliği ettikleri bir gerçektir. II. Murad'ın tahttan çekilmesi, memlekette bir ikilik ve neticede derin bir otorite bunalımı yaratmıştır. Kendisinin hayatta olması sebebiyle uzakta olsa bile nüfuzu etkili oluyor, oğlunun gerçekten saltanat sürmesine imkan bırakmıyor ve başlıca Çandarlı buna aracılık ediyordu. Şu bir gerçek ki, Fatih ile Çandarlı arasında rekabet vardı. bu rekabet Fatih'in tahtta ilk çıktığı andan itibaren kendisini gösteriyor. Yunan kaynaklarının hepsi Çandarlıyı Bizans'a karşı dost göstermektedir. Rüşvet rivayetlerinin, onun bu siyasetine karşı koyanlara böyle bir siyasetin gerçek sebeplerini tamamıyla anlamayan halk ve gaziler çevresi tarafından yayılmış ve oradan Bizans kaynaklarına aksetmiş olduğunu söylüyor İnalcık. Çok zengin olan Çandarlı'nın, Bizans'taki mali menfaatleri bu barışçı siyasetin başka bir nedeni olabilir. Ben Çandarlı'nın hain olduğunu düşünmüyorum, çünkü adam zaten zengin, yani Bizans'ın vereceği rüşvet ile padişaha karşı döneceğini sanmıyorum. Aralarındaki asıl sorun iktidardaki güç rekabetiydi. Aynı zamanda aralarının açık olmasında Çandarlı, bir Haçlı Birliğinden çekindiği için barışçıl bir politika takip ederken, Fatih'in gaza geleneğine uygun hareket etmesi ve onun etrafında Mehmed'i bu fikirlerle dolduranların olması da önemli bir etken. Kritovoulos Tarihinde: "Sultan Mehmed hazretlerine çoğu işte muhalefette bulunuyordu". Böylece, İstanbul kuşatması fikrine karşı Çardarlı'nın karşı çıkması, rakipleri tarafından Sultan Mehmed'e saltanatını baltalama şeklinde yansıtılmış ve genç Mehmed'in zihninde İstanbul fethi, her şeyin bağlı bulunduğu bir büyük fikir olarak yerleşmiştir. Babasının ölümünden on beş gün sonra II. Mehmed, bütün Osmanlı ülkelerinin pâdişahı sıfatıyla Edirne'de ikinci defa tahta çıktı (18 Şubat 145 1-H. 16 Muharrem 855). Yeni pâdişahın ilk işi, bir müddeiyi bertaraf etmek düşüncesiyle henüz bir meme çocuğu olan İsfendiyaroğlu'nun kızından kardeşi Küçük Ahmed'i ortadan kaldırmak oldu. Fatih'in bu uygulamaya koyduğu kardeş öldürme kanunu giderek saltanat kurumunu kardeş mezbahası haline getirmiştir. Hâlâ zamanımızda bile, bazı ilim mensuplarının bu faciaları haklı göstermek için ileri sürdükleri sebepler insanı, insanlık namına, ilim adına utandıracak kadar çirkindir. Güya bu kanunun konulma sebebi, şehzade isyanlarının önüne geçmek, memleket ve milleti zarardan korumak imiş! Yani nerede ise, kardeş katilliği vatan ve milletseverlik icabı sayılacak! Burada Fatih'in yaptığı kendi saltanatını, iktidarını korumak ve hanedanını devam ettirmekten başka bir şey değil. Yoksa milleti veya devleti düşündüğünden değil. Fatih'in İstanbul Fethi üzerinde pek durmayacağım, çünkü zaten her şey ortada. Fâtih, 1451'de tahta oturduğu andan bu yana, fethi başarmak için gece gündüz çalışıp her türlü diplomatik, askeri, teknolojik ve idari önlemi düşünmüş ve almış; 20 Nisan deniz bozgunu fethi tehlikeye düşürdüğü zaman da azim ve kararından sarsılmamıştır. İstanbul fethi, yalnızca Fatih Sultan Mehmed'in eseridir. Bu tarihi gerçektir. Bazıları İstanbul Feth'ini "işgal" olarak görüyormuş, ona incelemenin sonunda değineceğim. İstanbul fethiyle beraber Fatih -Halil İnalcığın tabiriyle- üçüncü bir geleneği de benimsemiştir. Gerek Türk gerekse Bizans geleneğine göre, hanlığın veya İmparatorluğun merkezine fiilen sahip olan kişi, imparatorluğunda haklı sahibidir. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra kendisini Roma İmparatorluğu’nun tek meşru varisi saydı. "Kayser-i Rum" unvanı zaten Roma İmparatoru demektir. Fatih’in Rum ve İtalyan nedimlerine eski tarihleri okutarak bu kavram hakkında fikir edindiğini biliyoruz. 1466’da G. Trapezuntios Fatih’e şöyle hitap ediyordu: “Kimse şüphe etmez ki, sen Romalılar İmparatoru’sun. İmparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse İmparator’dur ve Roma İmparatorluğu’nun merkezi de İstanbul’dur.” Aynı tarihte J. Languschi’ye göre “(Fatih’in) iddiasınca dünyada bir tek imparatorluk, bir tek imam ve bir tek hükümdarlık olmalı imiş. Bu birliği kurmak için de dünyada İstanbul’dan daha layık bir yer yok imiş. Bu şehir sayesinde Hıristiyan dünyasını hükmü altına alabilirmiş.” Tüm bunlar Fatih'in cihanşumul bir devlet anlayışı içerisinde olduğunun göstergesidir. Yalnız Fatih'in bu imparatorluk kurumunu devam ettirip, son vermemesi daha sonraki dönemlerde bir miras sorununu ortaya çıkardı. Bu sorun günümüzde bile karşımıza çıkmaktadır. O da İstanbul'un hâlâ Avrupalılar tarafından unutulamadığını. Fatih Sultan Mehmet döneminin çok önemli padişahlarından biri olmasına rağmen birçok kitle tarafından sevilmezdi. Elbette bunun birçok nedeni vardır fakat başta gelen nedenlerden birisi şüphe yok ki din ile devlet işlerini kesin olarak birbirinden ayırmasıdır. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmasının en bariz örneği İstanbul'un fetihten sonraki ilk toplantıda görülmüştür. Toplantıda Akşemseddin'in ''fetih günü beyaz çarşaflı evliyalar yardım etti askerimize'' demesi üzerine, Fatih hiddetlenip ''öyle bir şey olmadı bu şehri benim kılıcım aldı" diye cevap vermiştir. Şimdi, bir kesim akademisyen'in Fatih'in karalanacağını düşündüklerinden, genelde kimsenin bahsetmek istemediği bir konuyu dile getirmek istiyorum. Osmanlının Türklükten uzaklaşması Fatih'le başlamıştır. Bu Türklük meselesi çok önemli bir konu. Osmanlı'yı reddetmiyoruz ama Fatih sonrası istisna bir Sadrazam dışında yönetimde Türk bulmak, samanlıkta iğne aramak gibi. Yavuz ile birlikte bana göre bırakın Türklerin yönetimde olmasını, Türk düşmanlığına dönüyor iş. Hiç öyle kafasına fes takıp, götünden tarih uyduranlara bakmayın. Bu işin ağababası, Halil İnalcık hocadır. Osmanoğlu ailesinin kökeni de Oğuzların Kayı Boyu falan değildir, götten uydurmadır o. Türk bir aile ama şecereleri belli değil. Neyse, ona başka bir incelemede değiniriz. Yani büyük Fatih büyük Türk düşmanı, desek yalan ya da abartı olmaz. Çünkü Türk Aristokrasisinin tasfiyesi ve tüm devlet kademelerine devşirmelerin yerleştirilmesi Fatih döneminde başladı. Ayrıca devlet aşırı merkezileştirilerek Anadolu'daki Türk beylerinin gücü kırıldı. Fatih bunları imparatorluk geleneğini yerleştirmek ve otoritesini güçlendirmek için yaptı ve başarılı da oldu. Ancak yüzyıl sonra devşirme olayının ne kadar sıkıntılı olduğu ortaya çıktı. Osmanlı'yı asıl batıran yozlaşmış, ahlaksız ve rüşvetçi bürokratlar ve devlet adamlarıydı. Kanuni ve Yavuz gibi padişahların döneminde korkudan fazla ileri gidemeselerde III. Murad ile birlikte padişahların silikliğinden yararlanarak devleti adeta maymun ettiler. Bir tek IV. Murad biraz hizaya soktu, onun ölümünden sonra aynen devam ettiler. Bu konuda Mükrimin Halil Yinanç'ın görüşlerini de göz önüne almakta fayda var: “Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra yönetimde önemli değişikler oldu. Çandarlı hanedanı vezaretten kovuldu ve Hıristiyan dönmesi olan bir kul bu makama getirildi. Yavaş yavaş Türk’ün beyleri atalarından tevarüs ettikleri mansıplardan kovulmaya ve mevkilerini padişahların kölelerine terk etmeye başladılar. [...] Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra Anadoluyu beyleriyle müştereken devleti idare eden bir millet reisi, bir Türk hakanı değildir. Aksine bila kayd-ü şart bütün kuvvetleri nefsinde cem eden, yalnız başına saltanatı idare eyleyen zorba bir Roma imparatorudur. İlk önce istibdadı ve mutlakîyeti tesis eden Fatih, Türk’ün kölelerini Türk ile bir tutarken, yöneticilik mevkilerine kendi şahsına daha fazla sadık olanları, her türlü emrine kayıtsız şartsız itaat edenleri getirmiş. Bunlar ancak köle ve devşirme ve ecnebi makûlesi insanlar olabilirlerdi. Bu devşirmeler iktidar mevkiine gelir gelmez, Türk unsurunu, Anadolu halkını ezmeye, devlet kurumlarına hakim olarak adeta kendilerini Müslüman eden milletten intikam almaya başladılar. [...] İstanbul’u fethederek Anadolu’ya bağlayan Fatih, bu başarısıyla ne kadar büyük ise, Türk idare tarzını bozmaya başlamış ve fethedilen ülkeler ahalisine ve özellikle kölelere siyasî haklar vermiş olmasıyla o kadar da küçülmüştür." Fatih döneminde Leali adında Türkmen bir şair vardı. Alişir Nevai ve Abdurrahman Cami (Molla Cami) ile ünsiyeti vardı. Farsçayı da onlar sayesinde bayağı ilerletmişti ve güzel şiirler yazıyordu. Birisi getirip onu Fatih'e takdim etti. Fatih çok memnun kaldı ve Hristiyanlardan alınma bir küçük kiliseyi tekkeye çevirerek ona bağışladı. Ayrıca devlet hazinesinden bir maaş bağladı. Ama çok geçmeden birisi gelip Fatih'in kulağına Leali'nin Türkmen olduğunu söyledi. Öfkeden küplere binen Fatih hemen Leali'nin elinden o tekkeyi alıp maaşını da kesti. Hatta Prof. Dr. Cemal Kafadar, Fatih Sultan Mehmet'in “binden ziyade” vakıf köyü ve mezrayı devletleştirdiğini ve tımara dönüştürdüğünü, Tursun Bey ve Aşıkpaşaza'nin bunu yazdığını söylüyor. Devletleştirilen bu yerlerin Derviş Türkmenlere ait Tekke ve Zaviyeler olduğunu belirtiyor. Hülasa, Fatih kadim Türk federe örgütlenme sistemini bitirip merkezi yönetime geçmiştir. Bu devletin ömrünü uzatsada Türkleri iktisadi ve kültürel olarak zayıflatmıştır. Devlet merkezinin Roma kalıntıları ve Mısır ulema kalıntılarının eline geçmesi Türklerin Osmanlı Devleti içinde acı ve sefil bir şekilde asırlarca yaşamasına neden olmuştur. "Fatih tartışmasız bir Türk’tür, ama Türklüğünü, Oğuzluğunu yani sonraki adı ile Türkmenliğini bilmeyen bir Türk’tür." (#75778619) Bir diğer değerlendirmek istediğim konuysa, Fatih Sultan Mehmed ve oğlu Sofu II. Bayezid arasındaki ilişki. II. Bayezid dönemi, her anlamda Fatih döneminin zıddıdır. Özellikle Fatih Sultan Mehmed Han'ın askerî ihtiyaçları karşılamak için zaviye vakıflarını devlet hazinesine aktarması kendisine karşı büyük bir karşıt cephesi oluşturmuştur. Fatih ölünce vezirler ve ordu Sultan Cem yerine daha uzlaşımcı olan II. Bayezid'i tahta çıkardılar. Sultan Mehmed Han'ın militarizminin aksine Bayezid, barışçı ve koyu bir şeriatçıydı. Fatih'in kurduğu entelektüel ve ilerici sistemin aksine bir çok işi şeriatçı kafaların eline düşürmüş oldu. Günümüz İslamcıları Fatih Sultan Mehmed Han'ı "Atam" diye yere göğe sığdırmazlar. Halbuki aynı Fatih bu dönemde yaşasa yine en baş düşmanları o dönemde olduğu gibi şeriatçılar olacaktı. Hatta bu konuyla ilgili önemli bir olayı da aktarayım. Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı İmparatorluğu aleyhine faaliyet gösteren ve siyasi iktidarını tehlikeye atan binlerce tarikat üyesi ve elebaşları birçok hocayı Edirne’de devasa bir çukur kazdırıp, topluca hepsini yaktırmıştır. Edirne’nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450’li yılların sonlarına doğru günlerce uğraşılıp büyük, çok büyük ve binlerce kişiyi alabilecek geniş bir çukur kazıldı. Kazma işi sona erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Çukurdan çıkan ateş cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, elleri kolları bağlı binlerce kişiyi çukurun etrafına sürüklediler. Tarikat üyeleri yanarken hep bir ağızdan getirildi tekbirler ve art arda sıralanan lanetler okundu. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryatları tekbirlere ve lanetlere karışıyor, kavrulanların miktarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden idamlar dinmeden, hiç kimse meydanı terk etmedi, son kişinin de kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lanet okuduktan sonra dağıldılar. İnanmayanlar için ve ayrıntılı bilgi için buraya kaynağıda bırakayım: Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi III. Cilt 2. Kısım: XVI. Yüzyıl Ortalarından XVI. Yüzyıl Sonuna Kadar , Ankara:Türk Tarih Kurumu 1995 (6. Baskı) Şeyhülislamlar kısmı, Fahreddin-i Acemi. s. 450. -Osmanlı zamanında yazılmış 1. El, el yazması tarihi Kaynak: Tacü’t Tevarih. II. Bayezid - Fatih ilişkisine dönecek olursak, Bayezid, babası zamanında İtalyan sanatkârları tarafından Yeni Saray'ın duvarlarına yapılmış freskoları söktürüp pazarda sattırdı. Amasya'da beraberinde gelen ulemanın etkisi altında Şeriatın her alanda uygulayıcısı ve dikkatli bir takipçisi olarak kanun ve nizamlarda, idarede, Fatih devrinde çok genişleyen örfi devlet kanunları alanını daralttı. Yani babasının yaptıklarını, yenilikçi düşünceyi yıkan evlat gibi evlat! II. Bayezid'in tek vasfı, Fatih'in oğlu olması ve Selim'in babası olması. Başka bir numarası yok. Sadece hanedanı devam ettirmiş, o kadar. Fatih'in aydın yönü üzerinde de durmak istiyorum. Az önce yukarıda belirttiğim gibi Fatih, bilinenin aksine YOBAZ BİRİ DEĞİLDİR! Fatih, askeri ve siyasi alandaki üstün yeteneklerinin yanı sıra, zamanındaki taassuptan sıyrılacak kadar da açık fikirliydi. Bunun en güzel örneği, İtalyan ressamı Bellini'ye resmini yaptırması ve sarayının duvarlarını fresklerle süsletmesidir. Şeriatça yasaklanmış olmasına rağmen, Fatih'in böyle bir girişimde bulunmaya cesaret edebilmiş olması zihniyeti hakkında önemli bir ipucu vermektedir. Eğer İstanbul'u almamış olsaydı belkide bu yaptıkları yüzünden lanetlenirdi! 18. yüzyılın sonlarına kadar ki Osmanlı padişahlarının en taassuptan kurtulmuş olanı Fatih'tir. Fatih'in Türkçenin dışında Yunanca, Slavca, Arapça, Farsça ve Latince bildiği söylenir. Bu dil bilgisi Batı kültürüyle temasını kolaylaştırmıştır. Latin ve Yunan bilginlerin sarayında bulunmuş, onların vasıtasıyla Batı'yı anlamaya çalışmıştır. Ciriaco d'Ancona, Angelo Vadio ve Stefano Emiliano gibi hümanistlerin Fatih'in sarayında bulundukları, Fatih'in onlardan Roma tarihini ve Batı kültürünü öğrendiği bilinmektedir. Fatih, medrese öğrencilerinin yararlanması için kütüphane de yaptırmış, buraya günde 6 akçe ile bir kütüphaneci tayin etmiş, müderris ve öğrencilerin emanet alacakları kitapların listesini tutması için bir de katip koymuştur. Ancak, İstanbul'un fethinden hemen sonra ilk medrese eğitimi Ayasofya'da başlamıştır. Buranın baş müderrisliğine Molla Hüsrev tayin edilmiştir. Ali Kuşçu da Ayasofya'da müderrislik yapmıştır. Fatih, İstanbul'u bir kültür merkezi haline getirmek için meşhur bilginleri İstanbul'a davet etmiş, bu hususta hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Ali Kuşçu, Alâuddin Tusi ve İdris–i Bitlisi onun gayretleriyle İstanbul'a gelmişlerdir. Fatih, Osmanlı Devleti'nde kültürün gelişmesi için bilim adamlarını himaye etmiş, onların bilgilerinden istifade etmeyi prensip edinmiştir. Bu amaçla onları zaman zaman bir araya toplamış, fikirlerini tartışmalarına fırsat vermiş, kendisi de zaman buldukça bu tartışmalara bizzat katılmıştır. Bilimin evrenselliğini bildiği, bilim adamları arasında din ayırımı yapmamış olmasından anlaşılmaktadır. Her ne kadar Halil İnalcık katılmasa da bence Fatih, tam bir Rönesans padişahı idi. Bu büyük dehanın gücü bile sınırlıydı, çünkü Fatih Sultan Mehmed, bilimsel etkinliklerin yerleşip kökleşmesi için küçümsenemeyecek girişimlerde bulunmuş olmasına rağmen, İslam ve Osmanlı Uygarlığı'nı biçimlendiren tasavvufla ve nakli bilimlerle bağlantılı yaklaşımların direncini kıramadığı ve aklı bilimlere temele koyan rasyonel yaklaşımlardan oluşan yeni bir uygarlık yapısının temellerini atamadığı için, 17. yüzyıldan itibaren başlayacak olan gerilemenin önüne geçilememiştir. Gelelim asıl en sinir bozucu konuya. Bazı ahmaklar, İstanbul fethini işgal olarak yorumluyor! Bu kadarına da pes dedirtiyor insanı. Birileri, ama üst makamlardan birileri "Fatih İstanbul'u fethetmedi, işgal etti" diyerek Fatih'i işgalci olarak görmüş! Bunlar daha işgal ile fetih arasındaki farkı bilmiyorlar. Fatih bileğinin gücüyle geldi, kuşattı ve çarpışarak İstanbul'u fethetti. Ama Latinler Haçlı seferine giderken müttefikmiş gibi gelip birden şehri işgal ettiler. Bunların bu işgal felsefesiyle, Ari halk teorisini savunanların "Ural-Altay etekleri sizin atayurdunuzdur, orada yaşayın, ama oradan dışarı çıkarsanız işgalci sayılırsınız" şeklindeki iddiaları arasında hiçbir fark yoktur. Ağzımı bozmak istemiyorum. Madem Fatih'i işgalci olarak görüyorsunuz, bu kafaya göre Türkler Anadolu'yu baştan sonra işgal etmiş sayılırlar. Hem atalarının fethettiği topraklarda yaşayacak, hem bu toprakların nimetlerinden faydalanacaksınız, hem de onları işgalci barbarlar olarak göreceksiniz. Sizin gibilere laf söylemeye bile değmez. Eğer birazcık şeref ve gururunuz varsa atalarınızın işgal ettiği topraklardan defolur gidersiniz. Nankörlük etmeye gerek yok! İnceleme başında dediğim gibi bu topraklar dünya yaratıldığından beri bu kadar haini sinesinde hiç barındırmamıştı. Fatih Sultan Mehmed'i çok iyi okuyup araştırmak gerekir. Her ne kadar kendisine Türklere karşı olumsuz bakış açısı yüzünden kırgın olsam da bizlere büyük örnek bir dehâdır. Türk milletinin yetiştirmiş olduğu Atatürk'ten sonra en büyük dehâdır. Konusu açılmışken Atatürk'ün Fatih için görüşünü de aktarayım: "Bir gün İstanbul’un fethinden konuşulurken söz Fatih Sultan Mehmet’e gelir. Atatürk ortaya: “Tarih acaba benim mi yoksa İkinci Mehmet’in mi yaptığımız işleri daha mühim bulacaktır” diye bir soru atar. Orada bulunanların neredeyse hepsi: “Siz!..” derler. Bunun üzerine Atatürk “Niçin?” diye bir soru daha sorar. Cevap sırası gelenler, “Atatürk’ün Fatih’ten çok büyük olduğunu kanıtlamak için” akla hayale gelmeyecek kanıtlar toplamaya ve Atatürk’e övgüler dizme konusunda adeta birbiriyle yarışmaya başlarlar. Hatta bazıları: “Sizin yanınızda Fatih kim olurmuş?” der. Ancak bütün bu cevaplar Atatürk’ü tatmin etmez. Sonunda söz orada bulunanlardan en genç olana gelir. Bu genç: “Efendim!” der ve şöyle devam eder: “Tarih bir sınav salonuna benzer, karşısına gelenlere birtakım özel sorunlar verir. Sonuçta verdiği sorunları çözüşüne ve bundaki yeteneğine göre bir numara verir. Aşağı yukarı tarihin sınavına çıkanların hepsi ayrı şartlar içinde ayrı sorunlar karşısında kalmışlardır. Bunları en iyi halledenler de tereddütsüz on numara almışlardır… Fatih karşısına çıkan sorunları en iyi şekilde çözerek on numara almıştır. Siz de önünüze çıkan sorunları halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz.” Bu sözleri büyük bir dikkatle dinleyen Atatürk: “Bravo!” diyerek genci kutladıktan sonra biraz önce Fatih’i küçümseyenlerden birine dönerek: “Sen haltetmişsin!..” der ve şunları söyler: “Ben Fatih’ten büyük olabilir miyim! Çok kereler Fatih’in karşılaştığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı çözüm yollarını bulmuşumdur. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım sorunları nasıl hallederdi? Bunu çok merak ederim.. İkinci Mehmet büyük adamdır büyük…” Atatürk, biraz uzaklara dalıp düşündükten sonra “Tarihimize nasıl bakmalı?” sorusuna cevap verircesine şunları söylemiştir: “İmkan olsa da her Türk ailesinin tarihi tespit edilebilse. Asırlar içinde her ailenin bir, iki, üç büyük adam verdiği tespit edilebilir. Mesela Timur soyundan Hasan Baykara, Osmanoğulları’ndan Fatih, Osman , hatta Dördüncü Murat, Selçukoğulları’ndan Ertuğrul, Kılıç Arslan filan o dönemin tarih anlayışı içinde hatıraları bize kadar ulaşmış Türklerdir. Yalnız şunu da unutmamalıdır ki, hiçbir adamın memleketine hizmet etmiş olmasına karşılık, sülalesini bir memleketin başına sarmağa da hakkı yoktur. Onun içindir ki Türk’ün karakterine bey’zadelik geleneği yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için asildir. Bu Anadolu’nun en ücra köşesindeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin nesli olabilir. Ama bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz büyük babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki cumhuriyet Türk’ün en tabii yönetim şeklidir. Amma ben Fatih’in devrinde yaşasaydım reyimi (oyumu) tereddütsüz ona verir ve onu reisicumhur (cumhurbaşkanı) seçerdim.” Kaynak : Atatürk'ün Bilinmeyen Hatıraları - Ahmet Halit Yaşaroğlu Bazıları boş bir şekilde Atatürk ve Fatih'i kıyaslamaya çalışıyor. Hükümdarları veya devlet adamlarını veya sanatçıları veya bilim insanlarını veya her kimse işte çağdaşları ile kıyaslamak gerekir yani Fatih Sultan Mehmed'i kendisinde çok önce yaşamış Türk devletlerine hanlık yapmış hükümdarlar ile kıyaslamak objektif bakışdan uzakdır, zira zaman şartlar kişiler teknoloji, siyasi, ekonomik, askeri, toplumsal, psikolojik, kültürel hatta coğrafi şartlar ve etkenler dahi farklılık gösterir... Maalesef bu şekilde kıyaslar günümüzde çok var. Son olarak, Osmanlı padişahları denildiği zaman Fatih ve diğerleri olmak üzere ayırırım, çünkü Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'u fetihle kalmadı. Türk Hakan ve İslami Sultan ünvanlarından sonra "Kayser–i Rum" sıfatıyla eski mutlak merkeziyetçi Doğu Roma İmparatorluğu'nu canlandırdı. Doğu Roma'nın vergi veren köylü statüsünü, vergi kanunlarını "Raiyyet Kanunnamesi" ile ve Osmanlı–Türk devlet nizamını "Fatih Kanunnamesi" ile düzenledi, Osmanlı İmparatorluk düzeni yüzyıllar boyunca bu temel üzerinde ayakta kaldı. Osmanlı İmparatorluğu'nun her bakımdan gerçek kurucusu İstanbul Fatihi Sultan Mehmed'dir.
Fatih Sultan Mehemmed Han
Fatih Sultan Mehemmed HanHalil İnalcık · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2019371 okunma
··1 alıntı·
1 artı 1'leme
·
3.081 görüntüleme
Lina okurunun profil resmi
Fatih'e selam olsun, diğerlerinin de ateşi bol olsun. Emeginize sağlık
Tengrigens okurunun profil resmi
Teşekkür ederim.
Büşra Sevinç okurunun profil resmi
Bu kadar ayrıntılı bir şekilde zaman ayırıp yazmanız büyük bir incelik… yazınızın içeriğinde hiç duymadığım bilgilerde bulunuyor mutlaka araştıracağım… acaba neden yapmış diye düşündüğüm devşirme yönteminede değinmişsiniz.. çok beğendim yazınızı kaleminize sağlık
Tengrigens okurunun profil resmi
Düşünceleriniz için teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim.
KadirKof okurunun profil resmi
FATİH SULTAN MEHMED HAN ın Edirne’de birçok hocayı çukura atıp yakmış dedin onun bana kaynağını atarmısınız
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.