Bir liberal olan Bertrand Russell’ın, çok kısa bir dönem aydınlanmacı, ilerlemeci kimliğiyle Sovyetlerde yaşananları ilgiyle karşıladığı ve 1920'de Sovyetleri ziyaret ettiği ve sonuçta büyük hayal kırıklığına uğradığı bilinir. Neyin yanlış olduğunu yerinde gözlemlemiştir. Yaşadığı dönemin aydınları arasında son derece yaygın bir taraftar kitlesi bulan Marksizmin, yanlış ve zararlı bir ideoloji olduğunu Russell kadar erken bir tarihte ve onun kadar açık bir biçimde ifade eden az sayıda düşünür mevcut. (Camus, ondan yirmi yıl kadar gecikmeli olarak benzer sonuçlara varmıştır). Gerçekten de özellikle Aylaklığa Övgü (1935, In Praise of Idleness), kıyasıya bir Marksizm eleştirisidir.
Aynı şekilde George Orwell de, geç de olsa bunu fark etmiş ve 1940’ların sonunda kaleme aldığı 1984 adlı romanında totaliter bir merkezi tek parti yönetiminde, korku, propaganda ve beyin yıkamayla kişiliklerin nasıl yok edildiğini anlatıyor. Goldstein'ın ismi olup, cisminin net bir biçimde olmaması inanılmaz bir kabusun içine atıyor onu. Çünkü gerçek düşmanın belirsizliği, sürekli kurgulanan yalan ve korkuyla manipüle edilmişlik toplumu kocaman bir tek hücreli organizmaya dönüştürüyor. Kişilik parçalanıyor, insan kendisine yabancılaşıyor. Şizofreniye hapsoluyor.
Orwell'ın 1984 adlı romanında tarihi keyfi bir biçimde yeniden yazan politik aygıtın yarattığı kabus, demokratik bir dünyada da kolaylıkla yaşanabilir mi? Kim bilir.