O gün, Mehmet Bey bir mezar ziyaretine gitmiş, beni de yanında götürüp
Aynalıkavak sırtlarındaki topselvinin altında ikindi güneşinin
Haliç'te yakamozlar oluşturduğu asude bir vakitte biraz
mesnevi okumak istemişti. Ziyaretine gittiği şahidesi çiçekli
mezar bakımsızlıktan dağılmak üzereydi. Hakanî Bey'in Farsça ve aruz dersleri verdiği Meyyitzade diye anılan bir delikanlının annesinin mezarıydı bu. Hakanî Bey bu kadında bir ermişlik vehmediyor ve arada sırada mezarına
gidip Fatiha okuyordu.
Hakanî Bey'in dostlarına anlattığına göre onyedi yıl evvel
Osmanlı askerleri Eğri önlerinde savaşırken aralarında kırkına
yaklaşmış, şakaklarında kırçıllar oluşmaya başlamış bir sipahi
de varmış. Aklı sık sık İstanbul'a kayıyor ve altı aylık taze bir
gelin olan hanımı ile karnındaki çocuğunu düşünmeden
edemiyormuş. Meğer bu savaşa gelirken onları emanet edecek
kimsesi olmadığından, "Ferman padişahın!" deyip yola
koyulacağı sırada iki rekat sefer namazı kılmış ve Allah'a
şöyle yalvarmış:
"İlahî! Halim sana malumdur. Kalbime öyle gelir ki ben
seferden dönmeden şu hatuncuk doğuracaktır. Artık çocuğum
sana emanet."
Yeniçeri yanılmış meğer. Kendisi gider gitmez genç kadın
hastalanmış ve dört ay sonra da doğurmadan vefat etmiş.
Mahalleli onu getirip bu mezarlığın bir köşesine defnetmişler,
işin garibi kadının karnındaki çocuk henüz sağ imiş. Mezara
konulduktan birkaç gün sonra dünyaya gelmiş ve Allah'ın
hikmeti, annesinin vücuduna tırmanıp göğsüne yetişerek
emmeye başlamış.
Çocuğun bu ölü memesinde süt bulması, karnını doyurması
ve nerede olduğunu bilmeden karanlık bir dünyada kâh
uyuyarak, kâh ağlayarak hayatını devam ettirmesi beni de
şaşırttı doğrusu ya, olacak olur derler, bir hafta kadar sonra
Orduyı hümayun Eğri Seferi'nden dönmüş. Bizim sipahi
neferi hasret ateşiyle soluğu evinde almışsa da nafile, kapî
duva-r olmuş. Hamile karısının ölümünü öğrendiği zaman da
inanamamış ve hiç durmadan, "Olamaz!" diye sayıklamaya
başlamış, "Ben çocuğumu Allah'a emanet etmiştim. O benim
emanetimi korurdu."
Nihayet mahallenin erkekleri ona karısının mezarını
göstermişler. O kaytan bıyıklı dağ gibi yiğit, henüz bir
haftalık taze toprağa sarılıp ağlamaya sızlamaya başlamış. Bir
müddet sonra adamın hâli başkalaşmış. Ağlamayı kesip
kulağını toprağa dayamış. O da ne! Kulaklarında bir ses. Bir
bebeğin masum çığlıklarından başka bir şey de değil üstelik.
Hemen yerinden doğrulup yanındakilere bağırmış: "Bre
kazma kürek getirin; evladım aşağıda sağdır!"
Bir koşu, mezarcının kazma ve küreği getirilip derhal
mezar açılmış. Gördükleri manzara akıllara ziyan. Erkek bir
bebek, annesinin çürümeye başlayan vücuduna yapışmış, sağ
memesinden süt emiyor. Hayrete şayan olan şey, annenin
vücudunun rengi ve şekli değişip elleri ve ayaklan nane
çöpüne dönmeye başladığı halde sağ memesinin olduğu gibi
korunmuş olmasıymış. Çocuğu alıp mezarı yeniden
kapatmışlar.
Kadının kocası olan sipahi iki yıl evvel ölünce Hakanî Bey
bu çocuğun bakımını ve eğitimini üzerine almış. Temiz yüzlü
zeki bir çocuk bu. Adı nedir bilmiyorum, ama herkes ona
Meyyitzade (Ölü kadının oğlu) diyor. Meyyitzade'nin arada
sırada annesine karşı beslediği saygı ve hürmeti ağlayarak
gösterdiğine ben de şahidim. Hatta bir keresinde Hakanî Bey
ona, "Bak a oğul!" bile demişti, "Öldüğün zaman seni tekrar
annenin mezarına gömsünler, mezar taşına da çiçek yerine
kallavi işlesinler." Bu sözden "İleride vezir olasın!" temennisi
anlaşılıyordu; çünkü yalnızca vezirlerin şahidelerine kallavi
yontulur.