Gönderi

“Bir yapıtın kurulması neden kutsayan ve övgü düzen bir inşadır? Çünkü yapıt, yapıt olmaklığıyla bunu talep eder. Peki yapıt böyle kurulmayı nasıl olup da talep eder? Çünkü bizzat kendisi, yapıt olmaklığıyla, kuran bir şeydir. Yapıt, yapıt olarak neyi kurar? Kendi içinden yükselen yapıt bir dünya açar ve onu tedavülde tutar” demiş Heidegger. Yani anlatılar insanlara kendi dünyalarının dışına çıkma olanağı sağlar. Aynı zamanda başka bir dünyaya sokar hatta herkesin kendi dünyası olduğunu bilmeden tasarımladığı bir fenomen olarak ‘anonim dünya’ bizzat dille kurulmuş yapılardan müteşekkilse biz o ‘anonim dünya’ya çoğunlukla anlatılar aracılığıyla gireriz. Çünkü her edebi anlatı metni aynı zamanda insana kapısını açan dille kurulmuş zamansal ve mekânsal sınırlı dünyalardır, yani Jurij M. Lotman’ın tabiriyle “sonsuz dünyanın sonlu bir modelini oluşturma”ktadır ki bu sınırlı dünyalar ‘anonim dünya’ fenomeninin en önemli yapıtaşlarından biridir ve bizzat bu sınırlılıkları -genellikle belli bir başlangıç ve sonlarının olması- anlatıların insanı cezbetmesinin en önemli sebebidir. Anlatı, yazarının belirlediği bir noktada başlayıp yine yazarının belirlediği bir noktada nihayete erer. Fakat insanların kendi dünyalarının yani yaşamlarının sonucu halihazırda belirsizdir ve bu yaşam hep belirsiz bir zamanda -intihar edenlerinki hariç- ölüm tarafından sona erdirilme tehdidi altındadır. Dolayısıyla daha önce de söylediğimiz gibi hayatını bir amaç ile anlamlandırmaya çalışan insan, sürekli kurguladığı o sona ulaşamadan yani hayatını anlatılaştırarak anlamlandıramadan ölme ihtimalinin gerginliği ve tedirginliği içinde yaşar. Anlatılarsa bu sıkıntı ve belirsizlikten azade dünyaları teşkil eder. İmdi insan kendi sonu belirsiz hayatının geriliminden edebi anlatılara sığınarak kurtulmaya çalışır. Ama bu kaçış da beyhudedir , çünkü edebi eser (anlatı) karşısındaki alımlayıcı her ne kadar anlatının “belirlenimindeki boşlukları kısmen gidererek “yapıtın kendinde yalnızca gizil gücül olarak bulunan öğelere edimsellik kazandır” abilse de her zaman bu dünyanın bir yazar tarafından kurgulanmış yapay bir dünya olduğunun bilincindedir ve hep o anlatının dışında izleyici konumunda kalmaya mahkûm edilmiştir. Hikâyenin kahramanıyla özdeşim kurabilir ve böylece bir dereceye kadar tatmin de olabilir ama yine de gerçekte o dünyada yaşamadığının hep farkındadır. O halde diyebiliriz ki edebi anlatılar yalnızca algılayabileceğimiz ama içinde yaşayamayacağımız ya da içinde bize gerçek bir rol verilmeyen dünyalardır. Bu dünya adacıklarının bir diğer eksik yanı da tüketilebilir olmasıdır. Yani edebi anlatılar hem öznenin hayatından farklı olarak insanı okuma etkinliği dışında içine dahil etmez hem de öznenin hayatı süreci içinde ve hayat devam ederken tükenip sona erer. Fakat bir anlatı türü vardır ki o insanlara sınırlı bir dünya sunmanın ötesinde belli koşullarla onların hayatlarını içine alır ve böylece insanların kendi sonlu ve beyhude dünyalarını belli bir anlatının içine dahil etmelerine imkân verir. İşte o anlatı da Eski Ahit (Tanah) ve onun üzerine bina edilmiş Yeni Ahit (İncil) ve bunlarla bağlantılı (bütünleyici) olarak kurgulanmış olan Kuran’da yer alan İbrahimi anlatıdır. Kaynağını Musevilik’ten alan bu literatürü antik ve yaşayan dinlerin anlatılarından ayırt etmek için onu İbrahimi anlatı olarak adlandıracağım.
·
67 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.