Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

kitap notları:
Cinsiyetçilik, fallokrasinin' doğurduğu bir sonuçtur. Fallokrasi (penis egemenliği) ise şöyle tanımlanıyor: "20. yüzyıl ortalarında ortaya çıkınış, erkeklerin (ve fallusun sembolik gücünün) kadınlar üzerindeki egemenliğini ifade eden isim." Ancak feministlere göre, kimilerinin androkrasi (erkek egemenliği) ya da ataerkil (patriyarkal) sistem diye de adlandırdıkları fallokrasi, yalnızca bir egemenliği anlatmaz. Bu ayrıca, erkeklerin, kadınlar üzerindeki egemenliklerini yeniden üretmek için, ellerindeki tüm kurumsal ve ideolojik olanakları (hukuk, siyaset, iktisat, ahlak, bilim, tıp, moda, kültür, eğitim, kitle iletişim araçları, vb.) tıpkı kapitalizmin kendisini sürdürebilmek için bunları kullandığı gibi açıktan açığa ya da üstüörtülü biçimde kullanan bir sistemdir. Erkekmerkezciliğin yanı sıra, gözlemlenen değişik toplumlardaki kadınların durumunu değerlendirirken karşılaşı­lan bir zorluk da kültürmerkezcilik'ten ( ethnocentrisme) kaynaklanır. Kültürmerkezcilik, belirli bir toplumu gözlemleyen kişinin ona, kendi toplumunun normlarını yansıtması ve bunları mutlak geçerliliği olan kıstaslar gibi kabul etmesidir. Yerleşik düzene geçildiğinde egzogaminin yerini endogami (içerden evlenme) aldı. Artık aile reisleri, doğurganlıklarını evin büyümesi amacıyla değerlendirmek üzere kızlarını kuzenleri için saklamaya başladılar. Kadınların kapatılmasının başlangıcı buraya dayanır. Bu değişiklik sonunda, kadınların evlilikle· başka kabilelere "ihracı" yoluyla kurulan ittifaklar, yerini savaşlara bıraktı. Kendi topraklarını genişletmek, böylece toprakların.tükenmesi halinde hayatta kalmanın bir yolunu bulmak için, komşunun toprağını zorla ele geçirmek, bu yeni düzenin temelini oluşturur. Bu kavgada en güçlü kazanır. Sürekli savaş, barış anlaşmalarının yerini alır. Bu gelişme, en son öntarih araştırmalarıyla doğrulanmıştır. Böylece kadınlara giderek araççı bir açıdan bakılmaya başlanır; kadın, aile grubu içinde doğurgan ve üretici hizmetçi rolüne indirgenir. Orta neolitik çağ, insanın doğayla ve hemcinsleriyle olan dengeyi bozduğu gibi, bir cinsin diğeri tarafından sömürülmesine yolaçmayan eski cinslerarası dengeyi de bozacaktır. Bu değişme olurken, bir yandan da kadınların dinlerdeki üstün konumu ortadan kalkar. "Binlerce yıl süreyle AnaTanrıça, tapınılan tek nesne olmuşken, artık yavaş yavaş, erkekleri temsil eden heykelcikler görülmeye başlar; erkeklik simgesi fallusun kilden yapılmış ya da taşa kazılmış örnekleri çoğalır ... Bu tür simgeler, henüz erkek tanrılar ortaya çıkmış olmasa da, üremede babanın rolünün anlaşıldığını ve kadının kullandığı çapanın yerini erkeğin yönlendirdiği sabana bırakmasıyla anaerkilliğin ekonomik temellerinin yı­kıldığı bir çağda, anaerkilliğin ideolojik temellerinin de giderek zayıfladığını ortaya koyar. Önde gelen bir din tarihçisine göre, ataerkil dinlerin ortaya çıkmasının kökeninde iki temel keşif yatar. Bunlardan birincisi, hayvanların ehlileştirilmesidir. Erkeğin üremedeki rolü bu yoldan öğrenilmiştir. ikincisi de kadının toprağı kazmakta kullandığı çapanın yerini alan sabanın icadıdır. "Saban, toprağı [döllenmeye hazır hale getiren bir araç olarak, fallik bir anlam kazanmıştır." Bu inancın kuşkusuz üremede erkeğin rolünün keşfiyle yakından bir ilintisi vardır. Çoğalmak için erkek ve dişi ögelerin her ikisinin de gerekli olduğunun anlaşılması, önce Ana-Tanrıça'ya erkek bir leş bulmaya yolaçtı. Oğul, aşık, erkek kardeş ya da koca olsun bu eş, önceleri Ana-Tanrıça'ya göre ikincil bir konumdaydı. Zamanla onµn eşiti oldu, sonunda da Atina ve Mı­sır' da madde ve insanın mutlak yaratıcısı olan Tanrı-Baba'­ ya dönüştü. Büyük ataerkil dinlerin her şeye kadir tanrısının (Yahudiler'in, Hıristiyanlar'ın -ve Müslümanlar'ın Tanrısı) yaratılı­şıyla da son adım atılmış oldu. Hıristiyanlık ve lslam'ın ilk ortaya çıkışlarında kadınların durumunu iyileştirdikleri iddia edilirse de, her üç dinde de onları cinsiyetleri nedeniyle ruhani görevleri yerine getirmeleri mümkün olmayan ikinci sınıf insanlar olarak gören baskıcı bir tavrın tohumları baş­tan beri vardır. Kentlerde ticaretle uğraşan kadınlar da, çok erken bir tarihte örgütlenen ve aynı meslekten çalışanların hastalık ve ölüme karşı korunması amacını güden loncalarda erkekler kadar etkindiler. Örgütlenme zanaatkarlara değin yayılınca, zanaatkar loncaları kuruldu. Ancak, 11. yüzyılda tacir loncaları küçük kentlerin yönetimini ele geçirince, önce yabancıları ve ruhban sınıftan kişileri loncalardan attılar, sonra da yavaş yavaş kadınları, önemli kararların alındığı kademelerden uzaklaştırdılar. Kadınlar ticari haklarını korumakla yetindiler. Bazı zanaat dallarında ise küçük zanaatkarlar, rekabetten korunmak çabasıyla kadınları loncalara almamaya başladılar. Buna karşı kadınlar, bazı mesleklerde uzmanlaşmaya yöneldiler: ipekçilik, dantelcilik, dikiş bu mesleklerin başlıcalarıydı. Ancak kadınların uzmanlaştığı mslekler erkeklerinkinden azdı. 13. yüzyılda erkeklerin üye olduğu 80 loncaya karşılık 15 kadın loncası vardı. Bazı mesleklerde yalnız erkek çocukların çırak alinmasına olanak tanınıyordu. Bu ise kadınların daha az vasıf kazanmaları ve daha düşük ücretle çalışmaları demekti. Kadınların loncalardaki ve kent yönetimindeki sorumluluk mevkilerinden uzaklaştırılmaları, çalışma koşullarını da ağırlaştırdı. Kadınlarla erkekler arasındaki ücret farkları arttı. Oyle ki, 14. yüzyılda, kırsal kesimdeki pek çok atölyede kadınlar erkeklerin ücretlerinin 3/4'ünü kazanmakta iken, 15. yüzyılda ancak yarısını, 16. yüzyılda ise daha da azını alabiliyorlardı. Güçlenmekte olan burjuvazinin "ev kadını"nı yücelten anlayışına, zamanla bir de, devleti geniş feodal aile yerine bireye dayandıran yeni bir felsefe eklendi. Ancak, kadınlar yeni ulus-devletin birey-yurttaş kavramının dışında tutuldular. Orta sınıftan kadınlar genellikle burjuva ahlakının tanımladığı evcillik modelini benimsediler. Bu ahlak, kadının aile sorunlarına eğilmesi ve ev işiyle ilgilenmesini, kararlarda kocanın yetkili olmasını ve kadınların kamu sorunlarından uzakta tutulmalarını öngörüyordu. Cinslerarası rekabet nedeniyle kadınlar, özellikle, daha önceki yüzyıllarda başarıyla icra ettikleri doktorluk, otlardan ilaç yapma, ebelik gibi meslekleri yitirme tehlikesiiyle yüzyüze geldiler. 15. yüzyıldan sonra, yeni kurulan tıp okullarında eğitim görmeksizin hekimlik yapan kadınlar büyücülükle suçlanmaya başladılar. Oysa kadınların aldığı geleneksel eğitim onları, bu mesleği icra etmeye erkeklere üniversitede verilen kitabi eğitimden daha iyi hazırlamaktaydı. Gerçekten kocanın ve çocukların emek güçlerinin piyasada satılabilmesi için, kadınların, bunu, metadışı bir üretim biçimi olan eviçi emeğiyle yeniden üretmeleri gerekir. Ben, buna "temel birikim" diyorum. Çünkü günümüzde bile, sermaye birikimi ancak bu birikim temelinde gerçekleşebilmektedir. A. Gunder Frank ise buna "sürekli ilkel birikim" demektedir. Çünkü, başlangıçta sermayenin oluşmasını bu birikim sağlamıştır: "Eğer (kadınların)!, karşılığı ödenmeyen emek biçimini alan çalışması ve gereğinıde sömürülmek üzere bekletilen yedek işçi ordusunu besleme durumları olmasaydı, sermaye birikimi çok zor gerçekleşebiilir, belki de hiç gerçekleşemezdi. Zaten eviçi emeği, kadınların meta dışı üretimlerinin yalnız bir yönünü oluşturur. Küçük esnaf, zanaatkar ve benzeriküçük üreticilerin sayısının işçilerden daha fazla olduğu dönemlerde bunlar, karılarının küçük atölye ya da dükkanda ücretsiz olarak yaptıkları yardım olmaksızın rekabete karşı koyamaz ve varlıklarını sürdüremezlerdi. Küçük de olsa mülkleri olmayan işçi karıları içinse tek çözüm fabrikada çalışmaktı. Ama buna her zaman karşı çı­kıldı ve kadınlara ödenen ücretler çok düşüktü, işte, ev kadını ideolojisi bu koşullarda egemen oldu. Çünkü herkes ev kadınlarının varlığından çıkar sağlıyor ya da bunun kendi çıkarına olduğuna inanıyordu: Patronlar açısından yedek bir işçi ordusunun yaratılması, küçük mülk sahipleri açısından "aile yardımcısı" adı altında bedava çalı­şan bir işgücünün oluşması, işçiler açısından da endişe kaynağı olan kadınların rekabetinin ortadan kalkması, ev kadınlığının başlıca yararlarıydı. Kadınla erkek arasındaki farkların doğadan değil, iki cinse verilen farklı eğitimden kaynaklandığı ve kızların eğitildikleri takdirde toplumca onlara yasaklanan tüm rolleri üstlenebilecekleri düşüncesi, kadının aile içinde "medeni yönden ölümü" ile ekonomik ve siyasal görevlerden dışlanmışlığının kabul edilemezliği, cinsel ilişkilerde geçerli olan çifte ahlakın reddi, kadınların kurtuluşunun ancak kadınlar tarafından gerçekleştirilebileceği inancı, kadının evlilik dışında da cinsel hazza hakkı olduğu görüşü, kadının özgürleşmesinin tüm emekçilerin özgürleşmesinden bağımsız olamayacağı düşüncesi (Fransa, Amerikan, İngiliz sosyalist ve entelektüellerin üç yüzyılda ürettiği fikirler sürecidir bunlar). Uluslararası Kadın Konseyi, 1918'de Versailles Antlaşması ve Milletler Cemiyeti sözleşmesine, feministlerin birkaç kuşaktan beri savunageldikleri "eşit işe eşit ücret" ilkesini koydurmayı başardı. Uluslararası Kadın Konseyi ve Oy Hakkı Birliği gibi büyük feminist örgütler savaşın önlenmesi, kadınların ve kadın emekçilerin haklarının savunulması hedeflerine yöneldiler: Kadın işçilerin durum￾larının düzeltilmesi, aile yardımları, iki cins için çalışma koşullarının eşitlenmesi, evlilik dışı çocukların korunması, evli kadının milliyetini ve soyadım koruma hakkı vb. Bu iki örgüt Cenevre'de kadın örgütlerini temsil eden komite bünyesinde birleştiler. Faşist Almanya, ltalya ve ispanya gibi toplumlarda ise, tersine, kadını ailede kocaya ve çok çocuk doğurarak nasyonal-sosyalist devlete hizmet etmesi gereken aşağı bir yaratık olarak gören araçsal bakış açısı sistemleştirildi ve bir doktrin haline getirildi. Nazi Almanyası 3 K (çocuk, mutfak, kilise) sloganını benimsedi. Kamu işlerinde çalışan evli kadınları bir kararnameyle işten çı­karan ilk ülke Almanya oldu. Aynca, "genç kızları kültürden uzak tutmak için" liselere ve karına okullara girmelerini yasaklamak ve onları iyi ev kadını olmaya hazırlayan okullara yöneltmek üzere bir dizi önlem alındı. Olgunluk diploması alabilecek kadın oranı yüzde 10 olarak donduruldu. Kadınlarınn hekimlik mesleğini icra etmeleri yasaklandı. Nazi doktrinine göre "Kadın bir tür hayvandı. Aile, onun içinde yaşayabileceği tek doğal ortamdı ve cinsel yönden özgürlüğünü talep eden kadın, bir Yahudi, Zenci ve eşcinsel kadar soysuz bir yaratıktı. Feminizm, bir burjuva sapkınlığıydı; dünyanın doğal düzenini çiğnemekti. Naziler kadını dışlayan ve Ana'yı yücelten bir eşcinsel biraderler topluluğuydu." lspanya'da da kadınlar, Franco döneminde, Cumhuriyet rejimi altında onlara tanınan tüm hakları (1931'de kazanılan oy hakkı, Katalonya'da kürtaj hakkı gibi) yitirdiler. Gerçekten solda olsun, sağda olsun bu siyasetler, özel olan ile kamusalı birbirinden ayırmakta, kamu kesiminde önderliği erkeklere verirken, kadınları da özel alana hapsetmektedirler. Feministler bu ayınının siyasal olduğunu ve temeldeki sömürü ilişkisini, kadınların erkeklere olan bağımlılığını gizlediğini ortaya koydular. Aileye hapsolmuş kadınlar, toplumun gereksindiği emek gücünü üretmekte ve yeniden üretmekte, toplumsa bu üretime karşılık onlara herhangi bir ödeme yapmamaktadır. Çünkü kadınların bu işi, iktisadi bir kategori olarak değil, "biyolojik karakterlerinin" sonucu olarak yerine getirdikleri kabul edilmektedir. Kapitalizm öncesi bir sistem olan ataerkil sistem kadınlann aile içinde yerine getirdikleri bu, 'gözle görünmeyen" üretime dayanmaktadır. İktisatçı feministler tarafından erkeklerce geliştirilen iktisat biliminin kadınların piyasa dışında kalan üretimlerini tümüyle gözardı ettiğinin ortaya çıkarılması, insan ve toplum bilimlerinin hepsinin eleştirel bir gözle yeniden gözden geçirilmesine yolaçtı. Antropoloji, tarih, psikoloji, psikanaliz ve sosyolojinin önkabullerini (postulat) bu gözle ele alan feminist kadınlar, bu bilimleri, sözde bilimsel bir jargon kullanarak kadınlar aleyhine en yerleşik önyargıların taşıyıcılığını yapmakla eleştirdiler. Özel yaşam" alanında, feminist kadınlar, özel yaşam ile kamu yaşamı, ideolojik savunu ile gündelik uygulama arası­na duvar çekmeyi reddederek yenilikçi bir rol oynadılar: Serbest birlik ve tek ebeveynli aile, aşk hayatının yalnız farklı cinsiyetten insanlar arasındaki (heteroseksüel) ilişkilerle sınırlandırılmasıyla yetinmeme, feministlerin hem yazılaruida hem de gündelik yaşamlarında geleneksel evliliğe alternatif olarak önerdikleri çözümlerden bazıları.Artık günümüzde cinsiyetçi ataerkil kültürün yanısıra, bir de cinsiyetçiliğe karşı ( anti-seksist) bir yeni kültürün varolduğu rahatlıkla söylenebilir. Doğum kontrolü ve kürtaj haklarını savunmak yoluyla cinsellikle doğurganlığın birbirinden ayrılması gerektiğini öne sürerek olsun, kadınlara tecavüz edilmesine karşı çıkarak olsun, feministler aynı zamanda cinsel haz hakkını gündeme getirmekteydiler. Ama bu hakkı savunabilmek için erkeklerin kadın cinselliği konusunda yarattıkları çarpık imgeyi değiştirmek ve mitosları kırmak, heteroseksüel ilişkiler ya da' kadın cinselliğinin ölçütü yapılmış olan vajinal orgazm efsanesinin alternatifleri olduğunu göstermek, dolayısıyla her iki cins için eşcinselliğe uygulanan baskılara son verilmesini talep etmek gerekiyordu. Kadınların, kendi kendilerini, tüm yeteneklerini (cinsel, duygusal, ahlaki, siyasi ve düşünsel alanlardaki) geliştirme hakkına sahip insanlar olararak algılamaları, erkeklerin geleneksel olarak onlara kabul ettiregeldikleri sınırlamaları reddetmeleri, yüzyıllar boyunca örflerin, yasaların, dinlerin, erkeklerce geliştirilen felsefelerin etkisiyle kendilerini hep eş, anne ve gündelik ihtiyaçları karşılayan üretici rolünde görmeye koşullandırılan, dolayısıyla bir türlü özgür ve yaratıcı bireyler olarak algılayamayan kadınlar açısından büyük bir devrim sayılır. Kuşkusuz bu, kadınların eş ve anne olmayı yadsıyacakları anlamına gelmez; ama, onlara benimsetilen "kadınlık" imgeleri nedeniyle başka rolleri reddedip, salt bunlarla yetinmelerinin yanlışlığını gösterir. Kadınların kurtuluşu hareketlerinin çabaları sonucudur ki, bu kişiselci anlayış ilk kez, hemen her toplumda ve her toplumsal kesimde çok sayıda kadın tarafından benimsenebilmiştir. Kadınlar, bundan yaklaşık 8.000 yıl önce,. Orta Neolitik çağın başında, belli başlı üretim biçimi olarak sabanla yapılan tarımın, çapayla yapılan tarım, toplayıcılık ve avcılığın yerini almasıyla baskı altına alındılar. Bu baskı, hata Orta Neolitik toplumlarında oluşturulmuş bazı temel ilkelere göre işleyen çağdaş toplumlarda da sürüyor. Bu ilkelerin başlıcaları, sonuna dek yayılmacılık, acımasız bir rekabet ve yarışmacıhk ve bu sayede gerçekleştirilen sınırsız birikim (iktidar, kfir, prestij vb.) özlemidir. Günümüzde güçlü çokuluslu şirketlerle devletlerin yeni pazarlar ele geçirmek için verdikleri ekonomik savaş, coğrafi yayılmacılığın yerini almışsa da, Orta Neolitik çağın büyük mağlüplan olan kadınlaea açısından, o zaman yürürlüğe giren egemen değerler ve saldırganca davranışlar değişmemiştir. Günümüzde kadınların hata ataerkil sisteme tabi olarak yaşamaları ve onun yıkıcı sonuçlacna katlanmak zorunda kalmalarının nedeni budur. Kadınların rollerini, geçmişte olduğu gibi bugün de doğurganlıklarına bağlama ya da onları, bunalım dönemlerinde işe en son alınan ve işten ilk çıkarılan bir "yedek emek-gücü"ne indirgemeyi amaçlayan bir dizi uygulamayı haklı çıkarmak için, ev kadınlığı ideolojisine ve kadınlara araçsal bakış açısına yaslanılmaktadır. Ama, kadınların tarihi yalnızca baskı altına alınışlarının değil, bugüne değin gün ışığına yeterince çıkarılamayan, baskı altına alınma ve eve kapatılmaya direnişlerinin de tarihidir. Bu direniş, Rönesans'ta ortaya atılan bireysel özgürleşme ideallerinin toplumun değişik katmanları arasında yayılması­na koşut olarak giderek güçlenmiş ve doruk noktasına günümüzde, kadınların kurtuluşu hareketlerinde ulaşmıştır. Feminizm, kadınların özgül ve sistematik bir ezilmeye tabi tutulduklarının kabulüne; erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkilerin doğadan kaynaklanmadığı iddiasına dayanır. Kadınların erkeklere göre dezavantajlı, eşitsiz ve ikincil bir konumda olduğu, ezildiği ve sömürüldüğü kabullerinden hareket eder. Feminizm aynı zamanda bu ikincil ve dezavantajlı konumun değiştirilebileceğini savunur. Böylelikle feminizm, toplumda cinsiyetler arasında erkeğin üstün, kadının ikincil konumunun politik bir ilişki olduğunda hareketle politik mücadelenin bu konumu değiştirebileceğini öne sürer. O dönemlerde kadının ikincilliği Havva'nın temsil ettiği öne sürülen hayvansılık ve bunun sonucu aşağılıkla birleştirilerek Ortaçağ Hristiyanlığı tarafından sürekli destekleniyordu. Buna karşı bilinçli bir başkaldırı 17. ve 18. yüzyıllarda kapitalizmin yeşerip geliştiği, burjuva devrimlerinin yaşandığı, üretimin aileden koparak kamusal alana taşındığı bir zeminde ortaya çıkmıştır. Kadın hakları savunuculuğuna yönelik güçlü bir girişim denemesi Aydınlanma döneminde 'dengeli, ince, güzel, zeki ve bilgili' kadının doğuşuyla birlikte gelmiştir. Aydınlanma dönemi yazarları, soylu sınıf kızları için daha geniş ve daha uygar bir eğitim öngörüyorlardı. 1 7. yüzyılda Astel l'in yazdı kları geniş ölçüde Rene Descartes'ın (1596-1650) felsefesinden etki lenmiştir. Descarte 'a göre tüm i nsan lar akıl sahibi olmalarından dolayı kendi deneyim ve keşiflerine dayanan gerçek bilgiye desahiptirler; geleneksel torite, akla dayalı çözümleme ve bağımsız düşünce lehine reddedilmelidir. Atell'in yazıları, Des arte ·'ın yaklaşımından yola çıkarak erken dönem liberal feminist düşüncenin ilk meyvesini vermiştir: "Tanrı Erkeğe olduğu gibi Kadına da akıllı ruhlar vermiştir; öyleyse onu kullanmaları neden yasak olsun?''7 Atell, kadınların kendi yaşadığı dönemde uçarı ve aklıyla hareket edemeyen varlıklar olarak görülmesinin doğal bir yetersizlikten değil hatalı yetiştirmeden kaynaklandığını ve bunun eğitim yoluyla giderilebileceğıni ileri sürerek haşta Mary Wollstonecraft ( 1759-1 797) olmak üzere kendinden sonra gelecek olan femi nist yazarların önünü açmıştır. Patriyarka, erkeklerin iktidarı elinde tuttukları bir toplumsal formasyonu, bir başka deyişle erkek iktidarlarını anlatan bir kavramdır. Patriyarka sözlük anlamı ile baba otoritesi demektir. Patriyarka dar anlamda aile içinde koca ve babanın egemenliğini ve eş ve çocuklarının tabi olma durumunu anlatır. 1970'lerdeyse patriyarka terimi militan feminist hareketlerin tümü tarafından karşı çıkılan sistemin bütününü adlandıran bir terim olarak benimsendi. Bu terimle neredeyse eş anlamlı olan 'erkek egemenliği' ve 'kadınların ezilmesi' deyimleriyle karşılaştırıldığında patriyarka deyiminin iki önemli özelliği vardır. Patriyarka terimi, kullananların zihninde bir yandan, kişisel ilişkileri ya da zihinsel bir durumu değil, bir sistemi ifade eder. Öte yandan feministler bu konularda akıl yürütürken 'patriyarka' ile 'kapitalizm'i karşı karşıya getirmişlerdir. İkinci dalga feminizmin yükseliş döneminde kadın militanlar bir yandan erkeklerle diğer yandan ise kadınların ezilmişliklerini yalnızca kapitalizmin sonuçlarından biri olarak gören siyasal örgütlerin kadınlarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. 1970'lerden sonraki dönemde feministler, cinsiyet eşitsizliğinin korunmasının nedeninin toplumda var olan cinsiyete dayalı iş bölümünün 'siyasal' değil 'doğal' bir sorun olarak görülmesinden kaynaklandığını ileri sürerler.
·
803 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.