Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

SAĞCI MISIN, SOLCU MUSUN ?
Hastanenin o odasında üç karyola vardı. Karyolanın biri boştu, birinde kafası, yüzü gözü, eli kolu sargılar içinde bir delikanlı yatıyordu. Delikanlı olduğu, sesinin körpe dinçliğinden anlaşılıyordu. Yoksa, mumya gibi sarıp sarmalanmış bu insanın yaşını belirtecek hiçbir görünür yanı yoktu. Yalnız tek gözüyle ağız boşluğu sargisızdı. Kapı ağzındaki karyolaya da, öğleden önce, orta yaşlı bir hasta yatırmışlardı. Sargılar içinde inleyen delikanlı, yeni getirilen orta yaşlı hastaya, - Geçmiş olsun emice... dedi. Sağol. Sana da geçmiş olsun. - Eksik olma emice. Üç gündenberi şu yattığım yerde Allaha dua ediyorum ki, bir okuryazar kulunu göndersin yanıma... Okuryazarlığın var mı emice? – Var biraz. Niye sordun? - Seni buraya Allah gönderdi. Ben burda sefil oldum emice, benim kemiklerimi kırdılar emice, beni un ufak ettiler emice... Sesinden ağladığı belli olan delikanlı, inleye inleye konuşuyordu: Bana bir mektup yazar mısın emice? Bir mektup yaz ki, bizim köydekilere hallarımı bildireyim, artık bende insanlık kalmadı diyeyim... İşte zarfı, işte de kâğıdı, hazır ettim, buyur... - Peki, yazayım. Orta yaşlı hasta, delikanlının verdiği zarfla kâğıdı komodinin üzerine koydu. Pijamasının cebinden kalemini çıkardı, eline kâğıdı aldı. Bir mukavva kutuyu da altlık yapıp yazmaya hazırlandı. Söyle bakalım. Delikanlı, yutkuna yutkuna yazdıracaklarını söyledi: “Möhderem ve pek sayın bi huzura. Ruh beraber, can birader Topal'ın Ömer Efendi kardeşime mahsustur.” Orta yaşlı hasta, delikanlı her ne söylerse yazıyordu: “ilkin üstümüze farz olan resmini ifadan sonra gülden nazik hatır-1 şerifinizi sual ile sıhhat ve afiyette daim olmanızı cenab-ı Mevlamdan niyaz ederim.” Orta yaşlı adam, - Aferin, dedi, ne de güzel yazdırıyorsun mektubu... Delikanlı, - Mektubun başını, sonunu yazdırmasını iyi bilirim emice, dedi. Köydeyken ezber etmiştim köy kahvesinde okunan mektupları dinleye dinleye... Gelgelelim, mektubun ortasını yazdırmak zor. Yaz emice: “Eğer ki, siz dahi, tarafımızdan sual edecek olursanız, durum vaziyetlerimiz gayetle kötü olup hastane köşelerinde inilemekteyizdir. Halen canımız bedenimizi terk eylemeyip, ruhumuzu teslim etmemiş olmamız bize ne büyük mutluluktur.” Delikanlı, - Emice, işte bundan sonrasını yazdırmak zor, dedi. Çünkü buraya kadar olanını günlerdir burda yatarken düşünüp düşünüp ezber etmiştim. Delikanlının başına gelenleri merak eden orta yaşlı adam, - Bundan sonrası neden zor? diye sordu. Delikanlı, - Zor işte, dedi, çünkü herkesin mektubunda, mektubun bu orta yeri ayrı ayrı olur da ondan. Ben sana anlatsam da başıma gelenleri, sen bildiğin gibi uygunca yazsan olmaz mı ki emice? - Neden olmasın, olur elbet. Anlat bakalım. Delikanlı anlatmaya girişti: – Askerlik yaşımız geldi emice, önümüzdeki yıl askere gideceğiz kısmet olursa... Bıldır bizim köyden askere giden yaşıtlarım içinde parası olan askerliğin bile tadını çıkardı, ama parası olmayana askerlik zorlu gelirmiş. Anladım ki vatani vazifemizi yaparken bize para gerekecek, cigara migara parası... İşte bunu düşünerekten, askere gitmezden önce Istanbul denilen bu cenabet yere varalım da iş güç tutalım, çalışalım, para kazanalım, biraz cep harçlığı edinelim demiştik. Istanbul memleketine ayağımı atar atmaz, hemşerilerin adresi yazılı elimdeki kâğıdı, okuryazarlığı olanlara gösterip yol-yer sordum, bizim hemşerilerin toplandığı kahveyi sorup aramaya başladım. Gide gide, adının Taksim olduğunu sonradan karakolda öğrendiğim o uğursuz yere gitmişim. Orada, elimdeki adres yazılı kâğıdı ona buna gösterirken, her nasıl olduysa orayı bir kalaba bastı ki, öyle bir kalaba işte, hiç sorma. Bizim köyün insanları kadar bin köyün insanı oraya toplaştı. Sıyrılıp geçmek istedimse de, kenet olmuş kalaba sökülüp yarılacak gibi değil. Epiy zorladımsa da boşuna kendime yol açamadım. O yana, bu yana itip kaktıklarından, o insan seline kapılıp sürüklendim. Sürüklene sürüklene gelip biyere dayandım ki, işte orada adamın biri yüksek biyere çıkmış, bağırıp çağırıyor ; ne dediği anlaşılmiyorsa da, onca kalabalık, adamın her sözüne el çırpıyor, “yaşa” diye bağırıyor. Derken, ne oldu ne bitti anlayamadım, bunlarda bir koşuşmadır, bir kaçışmadır başladı ; ama can derdine düşenler gibi kaçışıyorlar. Kimin kovaladığı, kimin kaçtığı belli değil. Arkamdan itelediklerinden, ben de onlarla birlik ister istemez koşmaya başladımsa da iki gündür aç ve de çok yorgun olduğumdan onlara ayak uyduramadım; artık bilemiyorum, tökezledim mi, yoksa arkamdan namussuzun biri mi itti, yoksa çelmelediler mi, her nasıl olduysa ben yere kapaklandım. Kaçan da, kovalayan da üstüme basıp basıp geçtiğinden bitürlü yekinip yerden kalkamiyorum ki... Beni çiğneye eze, yara bere, kan ter içinde bıraktılar. Tam doğrulup dikildim ki, bir de ne görsem, ellerinde demir çubuklar, kazma sapları, odunlar, değnekler, sopalar, sırıklarla bir başka kalabalık bu yana doğru koşuyor ki, herbiri bir can alıcı kesilmiş, gözleri dönmüş, ağızları köpürmüş... Demek, az önce beni çiğneyerek kaçanları, işte bunlar kovalamakta... Bu gözü dönmüş, ağzı köpürmüşlerden üçü dördü beni kıskıvrak tutup üstüme bindiler ve içlerinden biri, “İşte hayınlardan, namussuzlardan birini yakaladık. Dinini, imanını, Allahını, peygamberini seven vursun!” diye bağırmasıyla onca insan sopalarla üstüme yumuldular. Vuran vurana... "Aman ağabeyler etmeyin, ocağınıza düştüm. Ben bu Istanbul memleketine iş bulup çalışmaya geldim, garibim...” diye yalvardıysam da, davulcu osuruğu gibi lafım gümbürtüye gitti. Gözleri dönmüş olduğundan hiçbirinin laf anlayacağı yok. Vura vura, beni yerden yere çarparak bitirdiler. Her nasıl olduysa içlerinden bir vicdanlısı çıkıp, “Durun yahu, bunun yüreğindekini öğrenelim ilkin,” deyip bana sordu: “Ulan sen sağcı misin, solcu musun?" Sağcının, solcunun ne demeye geldiğini bilmediğimden, hangisini dersem hoşlarına gidip beni salıvereceklerini kestiremediğimden, belki canımı pençelerinden kurtarırım umuduna kapılarak, “Ne demek! Elhamdülillah, cümlemiz solcuyuz!” dememle, sopaların biri kalkıp beşi inmeye başladı, dünya başıma yıkıldı sandım. Ölmüşüm gibisine getirip kendimi yere atmasam ve de cansız numarası yapmasam beni öldüreceklerdi. “Geberdi namussuz! Allaha şükür bir tane daha geberttik!” deyip suratıma tükürerek savuşup gittiler. Kalabalık çekilip ortalık mayna olunca, yavaş yavaş ayağa kalktım ama, onca dayaktan sonra adım atacak gücüm kalmamış. Sürüne topallaya giderken başka bir kalabalığın göbeğine düştüm. Bu kez de onlar beni kuşatıp sordular: “Sağcı mısın, solcu mu?” Solcuyum dedim diye onca dayak yemiştim, bir daha solcuyum der miyim hiç! Soranlara yaranıp da ellerinden canımı kurtarayım diye. "Çok şükür sağcıyım!” dememle hep birden üstüme vardılar. Hay Allah, neciyim desem de kötekten kurtulsam, bilmem ki... Neyse ki bunlar, öncekiler gibi insafsız değil, kaçanın ardından kovalamiyorlar. Kaçtım kurtuldum. Uzatmayalım emice, sağciyim dedim vurdular, solcuyum dedim gene vurdular; bir o vurdu, bir öteki... Besbelli ben kendimden geçmişim, bayılmışım artık. Niceleyin orda kalmışım, bilmiyorum. Birinin dürtüklemesiyle ayıldım ki, başımda gene elleri sopalı, gözleri kararmış insanoğlu görünümünde can alıcılar... İçimden, “Hey ulu Tanrım, yüceliğini göster ki, bu garip kuluna sopa yedirtmeyecek bişey söylet!” diye dualar ederek, başımda dikilenlere, “Daha askerliğimizi yapmadık kardeşler ; biz köylüyüz, öğretmediler bile, sağımızı solumuzu nerden bilelim...” dedimse de, bikaçı beni tartaklayarak, “Öyleyse necisin?” diye sordu. Hah şöyle, neci olduğumu sor, ben de söyleyeyim. Ben bunlara, “Irgatım!” dememle, “Vaaay, irgatsın ha? Demek emekçisin... Yani solcusun!” deyip, vuran vurana beni yere serip çiğnediler. Can tatlı emice, çok tatlı... Ben o can kaygısıyla nasıl fırladıysam, yandaki bir dükkâna daldım. Dükkânın kapısına toplaştılar. Dükkânın sahibi, “Aman kardeş, çık dışarı, dükkânımı yıktıracaksın...” diye yalvarır. Çıkmasam, adamın dükkânını başına indirecekler, çıksam post elden gidecek. Veryansın edip dükkândan fırladım. Onca kalabalık ardıma düştü. Kalabalık dediysem, bildiğin gibi değil, gittikçe artarak çığ gibi büyüyor. Bütün Istanbul insanı ardımda... Kaçan, kovalayandan hızlı koşar, derler. Evet, kaçan hızlıdır kovalayandan. Neden? Çünkü kaçan can derdine düşmüş. Ne doğru! Ben kaçıyorum ki Allah Allah... Yahu, biz bu Istanbul memleketine dayak yemeye mi geldik? Neyse, uzatmayalım emice, arkamdan yetişemeyeceklerini anlayınca, önüme adamlar çıkıp bana şaşırtmaca vererek yolumu kesmediler mi! Biz böylece o yana, bu yana koşup dururken bir de baktım, karşımda bir karakol yazılı levha... Demek, Allah acidi bana da yoluma karakolu çıkardı. Daldım karakoldan içeri. Oooh, çok şükür, devletin karakolunda canımız güvendedir diye bir oh çekmeye kalmadan, pulisin biri, “Ulan, sen herkesin içinde, solcuyum demişsin!” diye boşluğuma tekmesini savurunca, “Asla! Kabul etmem, dayak zoruyla öyle söylettiler,” dedim. Pulis, bu ağızları yutmadığını söyleyip tekme yumruk girişti. Her vurdukça, - Söyle, solcu musun? diye soruyordu. - Haşaaa, değilim... Ben kimim ki, solcu olayım... – Vaaay, demek... Yoksa solcu olacaksın ha?.. - Estağfurullah... - Söyle ulan, solcu musun? Artık dayanamadım, ağlayarak, – Ağabeyler, dedim, etmeyin pulis ağabeyler, ne sağciyim, ne solcuyum, siz herneyseniz ben de oyum. Bunun üzerine pulislerin başı olan biri, – Durun, dedi, ben bunun solcu olup olmadığını şimdi anlarım. Şimdi soracağıma yalan söyleyemezler solcular. Bana sordu: - Söyle bakayım, Nâzım Hikmet nasıl bir adamdır, onu nasıl bilirsin? O dediği adamın adını hiç duymuşluğum yok. Tanımıyorum desem, ya tanınması gereken büyüklerimizden biriyse bu kez tanımadım diye kızıp gene döver. Allaha sığındım... “Aman kurban olduğum, bana şunun doğrusunu söylet...” diye içimden dua ettim. O sorduğu adam, olsa olsa, başımızdaki büyüklerden biri olur diye düşünüp, Allah eksikliğini göstermesin, başımızın üstünde yeri var. Dünya durdukça adı dursun. Çok iyi, çok büyük adamdır... dedim. Dememle gözümde şimşekler çaktı, başıma yıldırımlar indi. Artık nasıl dayak atmışlar ki, kendimi hiç bilmemişim. Bir de gözümü açtım ki emice, aha bu hastanedeyim ve de tüm kemiklerim kırılmış, un ufak olmuşum. Bir haftadır ağrı sizi içindeyim. Kemiklerimi gene eskisi gibi yerli yerine yerleştirebilecekler mi, bilemem. Çünkü bacağım nerde, kolum nerde bilemiyorum ve elimi, ayağımı eski yerinde bulamıyorum. İşte başıma gelen haller emice. Bunları böylece yaz mektupta emice. Ve de bana acele yol parasıyla bir de urba gönderip beni bu Istanbul denilen yerden kurtarsınlar diye yaz emice. Mektubun sonuna da yaz ki “Baki selam ile büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.”
Sayfa 353Kitabı okudu
·
443 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.