Gönderi

272 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
6 günde okudu
Felsefenin en önemli sorusunun şu olduğu söylenir: “Niçin hiçbir şey olmayabileceği halde bir şey var?” Pekala hiçbir şey olmayabilirdi, ama bir şey var! Bu var olan şey, eğer bizim dünyada bulunuşumuz ise, bizim yerküre üzerinde mekanı dolduruşumuz ise bu harikulade bir şey! Sadece bunun için bile, sadece kâinat içinde bulunuyor olmak, kâinatın bir yaratıcısının olduğunu bilmek ve bunu bilebilecek kadar açılmış olmak için bile günde, değil beş, elli vakit namaz kılınabilir. Allah’a kulluk etme durumunda olmayı anlamak. Sadece bu, bütün ömrümüz boyunca yatıp kalkıp dua etmeye yeter. Çünkü pekala olmayabilirdiniz. Siz de olmayabilirdiniz, kainat da olmayabilirdi, hiçbir şey olmayabilirdi. Ama bunlar var. Bunların varlığı konusunda bir noktaya ulaşmış olmamız bizim, kim olursak olalım, nerede olursak olalım, hangi çağda olursak olalım varlık bilincinden nasiplenmemizi sağlıyor. Varlık bilinci her şeyi kaplıyor yani. Her şey, her yeri dolduruyor. Onun için başımıza gelen kötü bir şey, “musibet” bu bakımdan da avantajımızı ikiye katlıyor. Çünkü musibet bizim onu hissetmeden ne olduğunu anlayamayacağımız bir şey. Hâlbuki lezzetler, hazlar bize biz onların bilincine varmasak da oluşabilir; ama bu nokta dikkatinizden kaçmasın ki, bilincine varmadığımız acıları duyamayız. Başımıza gelen kötü şeyler varlığımızı hatırlatmadan başımıza gelmiş olamaz! O yüzden başımıza gelen kötü bir şey sebebiyle, “Bakalım Allah bize neyi gösterecek!” dediğimiz an cennete giden yolu da yavaş yavaş fark edilebilir bir hale getirmiş oluruz. Biz eğer, buna sabredersek ve bunun Allah tarafından verildiği konusunda bir teslimiyeti ifade edersek, bunun kabulü içindeysek, o zaman önümüzde bu mükellefiyetler alanı açılmış olur. Sabır dediğimiz şey tahammül değildir yahut tahammülden ibaret değildir. Sabır dediğimiz şey, Allah’ın nurunun tamamlanacağı konusunda kesin imanı olan insanların kendilerine Allah’ın emri olarak ulaşan şeyleri yapmaları, Allah’ın emir olarak ulaşmayan şeyleri yapmamaları demektir. Çok mu karışık bir mesele? Hiç de değil! Bir şeye sabretmek, bir gün o sabrın sona ermesi ile anlam kazanır. Tıpkı oruç tutmakla sabretmenin benzeşmesi gibi... İftarı olmayan oruca, oruç der miyiz? Oruç tuttuğumuzda bunu imsaktan iftara kadar yaparız. Ne yaparız? Sabrederiz. Sabrın sonu selamettir, iftara ulaşırız. Sabrı taşmayan insan sabrediyor değildir. O sadece tahammül ediyor, razı oluyordur. Onun için biz sabrederken sadece Allah’ın mükafatını bekleriz. Nasıl bekleriz? Allah’ın emrini yerine getirerek. Yani, “Efendim, başıma belalar geldi; işte ben de sabrediyorum, hiçbir şey yapmıyorum.” Hatır! Başıma belalar geldi, ben bu belaları Allah’ın emirlerini yerine getirerek savabilirim. Ve bundan dolayı sabretmiş olurum ve bundan dolayı da teslimiyet göstermiş olurum. Ve sonunda onun mükafatının cennet olduğunu duymaktan da son derece memnun olurum. Bu memnuniyet hepimize yeter, ama artmaz! Hani, yeter de artar bile demeyelim. Biz teslimiyet içinde, sabır içinde olmaktan memnun olalım. Bunun artacağı yok! Yani bunun artarsa bereketi artar. Ama memnuniyet, sabır ile ve teslimiyetle yerini bulur.
Kırk Hadis
Kırk Hadisİsmet Özel · Tiyo Yayınları · 20191,439 okunma
·
324 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.