Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Yahya Kemal'in Bahriye Mektebindeki hikâyesi «Bâbıâli» adlı kitabımda yazılı... Tekrarcı olmadan, yalnız birkaç çizgi içinde yeni bir belirtiş: Tarih muallimi... Tarihi, şapırşupur, bir istekle yenilen yemek gibi -zaten midesine pek düşkündü- ağzının iki yanından salyalar akıtıcı bir lezzet edası içinde, ballandıra ballandıra anlatır. Fakat hiçbir seyir ve zaman ölçüsü takip etmez, her derste hangi bahis üzerinde kalındığını sorar ve o bahsi başından alıp aynı noktaya getirir ve bırakır. Ondan sonraki derste aynı sual: — Nerede kalmıştık?.. — Fatih ayağını özengiye atarken boru çalmıştı. — Hâ evet, devam edelim!.. Fakat, Fatih beyaz atına binemeyecek, ayağını tam özengiye atıp sıçrayacağı sırada boru çalacak ve Yahya Kemâl, fesinin üstüne heybetli bir selâm kondurarak girdiği dershaneden kaçak bir selâmla fırlayıp gidecektir. • O, derslerini bitirince mektebin kayıkhane kısmında bekleyen iki çifte futaya atlar ve karşıya, Büyükada'ya geçer. Nazım Hikmet'in annesi Büyükada'da oturuyor ve halkın kemiksiz dili bu ya, Yahya Kemâl ona sevdalı... • Birkaç derse gelmedi. Mektepte bir uğultu: — İntihara kalkışmış!.. Bekledik. Geldi. Beti benzi uçuk... Plân gereği ben ayağa kalktım. — Ne istiyorsunuz? — Müsaade ederseniz bir dilekte bulunacağım! — Neymiş o dilek? — Teessür beyanı... — Ne teessürü efendi? — İşittiğimize göre intihara teşebbüs etmişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim. Masasına çöktü, önüne kâğıt - kalem aldı ve «silk i Celil-i askerî» ile uyuşmaz hareketimden dolayı beni rapor etti. — İsminiz? — Necip Fazıl... — Numeronuz kaj? (Numaraya numero der ve bâzı kelimelerde «ç»harfini «j» diye söylerdi.) — 1054... — Kaj? — 1054... O gün, Fatih Sultan Mehmed'in ata binmesine lüzum kalmadı. Hamdullah Suphi'nin anlatışıyle Türk şiirini en ince ve titiz nakışlarla gergefleyen şair sınıftan çıkıp gitti. • Sonradan dostu olduğum ve her mısra ve kelimeme dikkât eder olduğunu gördüğüm Yahya Kemâl, muhakkak ki, eşyanın dış yüzüne müstesna bir zevk ve (estetik) gözlüğüyle bakmış, fakat ileriye geçememiş, bütün küçüklükler ve aşağılıklardan arınmış, fakat büyük «ulvî»ye yükselememiş, has ekmek yerine pasta kreması yuğurmuş ve ondan ibâret kalmış, kütük ve nakşı birbirine mezcedememiş, çileli tecritten yoksun, sadece (plâstik) bir idrak... Ama bu hâliyle bile artık O, şahsıyle de, mâverâ kurcalayıcısı bir görünüş ifadesine sahip olmak yerine, sınıfta burnunukarıştıran dalgın dâhi mevkiinde kaldı; ve Yunus Emre gibi «zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?» sualini nefsine sormaksızın, Abdullah Lokantasında hindi dolması yemeye bayıldı. Bunlara rağmen hakikiliğini koruyabildi. ........... Eski Diyanet İşleri Başkanı Aksekili Hamdi, verdiği bir vazifeye cevabımı sınıfta birkaç kere okumuş ve demişti ki: — Sende istikbâlin beklediği İslâm düşünce adamından ışıklar görüyorum.
Sayfa 160 - BÜYÜK DOĞU YAYINLARI / BAHRİYE MEKTEBİKitabı okudu
·
140 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.