“Felsefe” denilen şey Türkiye’de bir meslek olarak kabul edilmiştir. Düşünme
böyle bir ortamda sadece ders konusudur ve ders sonunda kitapla birlikte düşünce
de rafa kaldırılır. Bu nedenle Türkiye’deki üniversitelerdeki öğretim elemanlarının
büyük kısmı ne yapacaklarını bilememektedir. Böyle olduğu için felsefe
bölümlerinin çoğunda okutulan kitaplar bile değişmez. Hala Macit Gökberk’in
Felsefe Tarihi kitabıyla derse giren hocalar görüyorum. Öğrenci hocasını, hocası da kendi hocasını, kendi hocası da kendisine “felsefe” adına ne verilmişse onu taklit etmeye çalışıyor. Platon’un mağarasındaki mağaralılar, durumları ne kadar kötü olsa da böyle yapmıyorlardı. Sonu korkunç olsa da en azından aralarından biri dışarı çıkıp geri dönüyordu. Sanki, bir kez çıkmayı başaranın geri dönmediği bir
mağaradayım gibi hissediyorum. Kısacası herkes birbirini taklit ediyor. En başta
karşılaştıkları ve yalnızca o konuya özgü bir sorunda, bununla daha önce
29
Sayfa 30 / 95
karşılaşılmadığı düşünülüyor ya da sorun yok sayıldığı için çözüm geliştirilmiyor,
çözüm önerileri de yok sayılıyor. Ben buna “insiyatif alamamak” diyorum. Baştan
aşağı siyasi egemenlerin kontrolü altında olan üniversiteler insiyatif
kullanamamaktadırlar. Bu böyleyken bu alandaki disiplinlere yeni bir katkı yok denecek kadar az olmaktadır. Üniversitelerin itibarının düşmesinin asıl nedeni budur. Böyle bir yerde elbette mahalle muhtarları rektörlerden daha itibarlı hale gelir. Bu kendiliğinden olmadı, bunu halk ya da siyasetçiler de yapmadı, bunun sorumlusu “bilim insanı” denilen insanların bu işi bir memuriyet, “bilim”i ise sınırları, konuları, sorunları ve çözümleri belli, masa başı bir meslek olarak kabul etme önyargılarıdır. Felsefenin ne olduğundan felsefeciler sorumludur. Üstelik
onların felsefeye bilimsel bir sorumlulukları vardır. Felsefenin kültürel dolaşım
içinde yer almadığı toplumlarda insanlar felsefeyi ilkin bir meslek olarak yapmaya
çalışan kimselerden duyarlar.