Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

264 syf.
·
Puan vermedi
·
77 günde okudu
Kim fırlattı ulan bu dünyaya bizi!
VAROLUŞÇULUK VE BULANTI ÜZERİNE YAZILMIŞ BİRKAÇ MAKALE DERLEMESİ AYRICA BENİM BİRİCİK BULANTIM (sonuna kadar okuyana sürpriz var) Kısıtlı zamanım yüzünden usta yazarların(:D) yaptığı gibi ucuz metinlerarasılık numaralarından birinin yapıp kendi incelemelerimden bazı kısımları buraya da ekleyeceğim. Postmodernita bunu gerektirir çünkü. Bir çünkü de yaşamın tekrarlardan oluşmasından. Belki de tekrarların tekrarlarının tekrarından oluşmasından. Modern insan için var olmak, yüce bir anlamdan yoksun, hiç bulunmayacak da olsa anlama arayışının sürdüğü bunalımlı bir varoluştur. Kimileri bu varoluş şuurunun hiçbir zaman farkında olamayacaktır -ki bunlar nispeten şanslı kişilerdir-(“Yalnızca asla düşünmeyenler, başka bir deyişle yaşamak için gereken şeylerden başka bir şey düşünmeyenler mutlu oluyor” dedi. Evet evet doğru bu.) kimileri de bu şuura ermiş, varoluşun dayanılmaz ağırlığını omuzlarında hissetmekte ve kendisi gibi saçma, dünyaya fırlatılmışlığını anlamlandıracak “aşkın” bir varlığın olamayacağını düşünmektedir. J.P. Sartre’ın “bulantı” dediği bu durum varoluşun şuuru ile başlamakta ve varlığının sonuna dek orada durmaktadır. Varlığını kendinden aşkın bir varlıkla anlamlandıramayan varlık için tek yol kendini yaratmasıdır. Her insan kendini yaratmak durumunda olduğu için bu sorumluluğun omuzlarımıza yüklenmesi bulantıyı da beraberinde getirecektir. Ancak bu bulantı bizi kendimizi yapmaktan alıkoymadığı gibi aksine varlığı harekete geçiren, hareketle birleştiren bir bulantıdır. Bu durumda kendimizi yaratma yolunda daima bir bulantı içindeyizdir. Bulantı hayatın geçici olmayan tatlarından biridir çünkü beni ben yapar. Peki, insanın kendini yaratması mümkün müdür? Elbette. Peki, bu yaratma süreci bir hastane odasında başlayıp belki yine bir hastane odasında sona erecek “belirlenmiş” hayatımız ile saatlerin arasına sıkıştırılarak hızın kölesi haline getirilen yaşamlarımızda mümkün müdür? Elbette bu da mümkündür. Ne istediğini iyi bil belki de istediğin şey senin için hiç de iyi değildir, diyen anlamca basit görünüm itibariyle varoluşsal olan bir rap sözünü akla getirerek bu yaratma sürecinde doğru olanı nasıl seçeceğiz? Cevap: deneme-bulantı-yanılma-bulantı-deneyim-yine bulantı. Neyse çok derine inmeye gerek yok. Alt tarafı basit bir bulantı denklemi. Şimdi bu bulantı’nın biraz felsefi tarafına bakalım ama önce edebiyatın ilerlemesine bakmamız lazım. Ki resmi iyi görelim. Edebiyat uzun yıllar boyunca “Yalnızca gözümle gördüğümü yazarım ben” anlayışıyla varolmuştur. 19.yüzyıl gerçekçi/yansıtmacı/klasik edebiyatı mimetik, yani gördüğümüz gerçeğin bize olduğu gibi anlatılması, estetiğine dayanır. Bu anlamda edebiyat bireyin içine doğru değil dış dünyaya doğrudur. Kahramanın iç düşünceleri önemli değildir. 20.yy itibariyle “gerçek”lik anlayışı da değişmeye başladığı için klasik/yansıtmacı edebiyat yavaş yavaş geçerliliğini yitirmektedir. Gerçek artık somut bir olgu olarak algılanmıyordur. Çağın getirdiği sosyopolitik gelişmeler de yeni gerçekliğe zemin hazırlamaya başlamıştır. Somuttan soyuta/göreceye geçiş başlamıştır. Hızla gelişen dünyada insan afallamıştır adeta. Artık bir yabancıdır dünya için. Yalnız hissetmiştir güç odakları karşısında. “Yüz-yüz elli yıl önce yeryüzünün küçük tanrısı diye tanımlanan insan; doğaya da, çevresindeki nesnelere de yabancılaşıyordu.” Dünya değişmekte, bilinen deyişiyle kapitalist sistemler yerleşmektedir günlük hayata. Artık para ve seri üretim çağıdır. Bu gelişmelerin etkisiyle şekillenmeye başlayan varoluşçu felsefe insanın «varlık ve öz»üne odaklanmaya başlamış, bu felsefenin insanın yalnızlığına ve yabancı durumuna ağırlık vermesi edebiyatı da “dönüş”türmüştür(Dönüşüm adlı eser de insanın güç odakları karşında “yabancı”laşmasından(Aaa Camus de var) bahseder ya hani. ;)) Tüketime yönelen kültür ve makineleşmenin, insanın bireysel özgürlüğünü ortadan kaldırması, topluluk içindeki insanların birbirlerine ve dünyaya yabancılaşmasına neden olmuştur. İnsanlık bir avuç çulsuz azınlığın tüketim kurbanı olmuş, demek daha doğru. Bu da Varoluşçuluk’a zemin hazırlamıştır. İnsanın kendisine yabancılaşması, önce kendi varlık yapısının birliğinin bozguna uğraması, uyumsuzluğu, onun öz benliğinden uzaklaşması anlamına gelmektedir. Bu yüzden Varoluşçuluk insanın ne olduğu ve varlığının bilincine varmasını amaç edinmiştir. Her akımda farklı düşünceler olduğu gibi Varoluşçular da kendi içlerinde tanrı fikirleriyle ayrılmışlardır. Biz Sartre kısmına biraz daha ağırlık vereceğiz. Sartre’a göre tanrı yoktur. Tanrı inancı insan için tehlikelidir. Çünkü böyle bir inanç, insana sorumluluklarını unutturur ve onu kaderciliğe sürükler. Böyle bir kadercilik anlayışı ise insanın, Tanrı’nın iradesi sınırları içerisinde yaşaması demektir ki bu, insanın özgürlüğünü kesin olarak elinden alacaktır. Çünkü Sartre’a göre özgürlük insan için en temel şeydir. Varlık anlayışını Tanrı’nın yokluğu üzerine kuran Sartre, onu iki kategoriye ayırır. Bunlar kendi başına varlık(kendinde varlık) ve kendisi için varlıktır(insan). Sartre da kendinde varlık, sebepsiz ve izahsızdır. Bu yüzden mantık olarak saçmadır. Çünkü o başka varlıklarla açıklanamadığı gibi mümkün ya da zorunlu varlıktan da türemiş değildir. O mutlak ve dayanıksız olarak mevcuttur. Kendinde varlık ile nesneler dünyasını kasteden Sartre için asıl problem alanını kendisi için varlık yani insan oluşturmaktadır. Bunun nedeni, sadece insanın özgür bir varlık oluşudur. Sartre’a göre, kendisi için varlık olan insan dışındaki her şey bir belirlenmişlik içindedir. Çünkü Sartre’a göre, insan, bir taş ya da sopa gibi basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. Sopa ve taş, her ne ise odur. Hâlbuki şuurlu bir varlık olan insan, ne olması gerektiğine kendisi karar verir. Yazgı, özgürlük olunca, insan kendi hayatından tümüyle sorumludur, hiçbir mazerete sığınamaz. Özsüz, doğasız ve yazgısız kalan kişi ne olduğuna, kim olduğuna, nereye gideceğine, kim olacağına kendisi karar vermek, böylece kendi varoluş değerini yaratmak zorundadır. Biz insanlar, seçim yaparken sadece kendimizi değil aynı zamanda bütün insanlığı seçmiş oluruz. İnsanın kendisini seçmesi, bütün insanlığı seçmek demektir. Bu yüzden biz olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de belirlemiş oluruz. Peki Bulantı bunun neresinde? Bulantı, insanın, hayatın boşluğunu ve sebepsizliğini tecrübe etmesidir. Sartre felsefesinde, insan her şeyden önce, kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulmaktadır. Zira bu varlık yaratılmamıştır, hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna “bulantı” adını vermektedir. Birey, kendini yaratma çabasına girerek eylemlerde bulunarak bulantıdan kaçmaya çalışacaktır. Ancak bireyin bu kendini yaratma çabası, arttıkça bulantı da artacaktır. Sartre’da insanın kendini seçmesi, kendini seçerken bir başkalarını da seçtiği düşüncesi insanı bulantıya sokar. Fakat bu bulantı insanı eylemde bulunmaktan uzaklaştıran bir bulantı değildir. Bu bulantı bizi eylemde bulunmaktan alıkoymaz, aksine bu bulantı bizi eylemle birleştirir, harekete geçirir ve eylemin bir parçası kılar. İnsan bu dünyaya atılmıştır, tek başınadır ve bir Tanrı da yoktur. Sadece insanın bu dünyaya bırakılmışlığı, atılmışlığı terk edilmişliği yani varoluşu vardır. Kitaptan alıntılarla bu düşünceleri desteklemeye çalışalım. İnsan “sebepsiz”, “izahsız”, “kontenjan” bir varlıktır; yani evren diye adlandırdığımız kendinde varlık ”saçma”dır. O mutlak olarak hiçbir şeye dayanmaksızın varolduğundan dolayı aynı zamanda ”fazladan”dır. Sartre, insanın bu ”saçma” ve ”fazladan” varlıkla karşılaşmasını Bulantı adlı eserinde kahramanı Roquentin aracılığıyla yansıtır. İnsan dışındaki her şeyin belirlenişi nesneler karşısında insanı bulantıya sokar: “Nesneler canlı olmadıklarına göre, insanda etki yaratmamaları gerek. İnsanlar bunları kullanır, yerine koyar, ortalarında yaşar. İşimize yararlar, o kadar. Benim üzerimde ise etki yaratırlar, dayanılır şey değildir bu. Onlara değmekten korkarım, canlı hayvanlarmış gibi sanki… Bir çeşit yavan tiksintiydi bu. Ne de tatsız şeydi hani! Taştan geliyordu, eminim, taştan ellerimin içine geçiyordu. Evet, tamam, ta kendisi: Ellerin içinde bir çeşit bulantı.” Nesnelerin ortasında olduğunu, altında, ardında ya da üstünde kendisini kuşattıklarını, hiç bir şey istemeseler, kendilerini zorla kabul ettirmeseler de ”orada” olduklarını fark eden Roquentin’in yakasını bulantı/tiksinti bırakmaz: “Bulantı yakamı bırakmadı, kolay kolay bırakacağını da sanmıyorum; ama katlanmıyorum ona artık, o ne bir hastalık ne de geçici bir nöbet. O, ben’im.” Nesneleri farklı bir perspektiften görmeye başlayan Roquentin kendisinin de bu dünya içindeki nesnelerden biri olduğunu fark ettiğinde kendi varlığını da aynı derecede saçma ve lüzûmsuz bulmaya başlayacaktır: ”Benliklerinden sıkılan, rahatsızlık duyan bir sürü varlıklardık biz. Ne birimizin ne öbürümüzün orada olmasına hiç bir neden yoktu. Utanan, için için kaygılanan her varlık öbürleri karşısında fazla görüyordu kendini. Saçmalığın yaşama ve dünyaya atfedebileceğimiz yegâne nitelik olduğunu ve bu saçmalığın kendi çerçevesinde tam bir mutlaklığa sahip olduğunu bulgular Roquentin: «Varolmak, ortada olmaktır sadece; varolanlar görünürler, kendileriyle karşılaşılır, fakat hiçbir zaman varlıktan düşürülemez, indirilemez onlar. Bunu anlamış olan kimseler var, sanıyorum. Yalnız bunlar zorunlu ve nedeni yine kendisi olan bir varlık icat ederek bu olumsallığı yenmeye çalışmışlardır. Oysa hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz: Olumsallık yalancı bir düzen, yok edilebilir bir görünüş değildir; saltık’ın kendisi, dolayısıyla tam bir hasbilik’tir. Her şey hasbidir, şu park, şu kent ve ben kendim. İnsan bunu farketmeye görsün, midesini bulandırır bu, her şey başlar dalgalanmaya…Bulantı budur işte.» Varlığın zorunlu olmayışı ve saçmalığı öyle kuşatıcıdır ki, roman kahramanı Roquentin kendisinin ağaçlarla, çakıl taşlarıyla ve nesnelerle kurabildiği tek bağın ”fazladan olmak” olduğunu fark ederek varoluşsal bir bulantı duyar. Eee anlattık anlattık da bu bulantının üstesinden gelmenin bir yolu yok mu? Yine Sartre göre ”yaşamın anlamını” ”özgürlük” ile ilişkilendirmeliyiz. Yaşama anlam kazandırmak bireyin elindedir, ”değer” denilen şey ise seçilen anlamdan başka bir şey değildir. O halde insan özgür seçimleriyle kendini gerçekleştirdikçe, saçmayı aşmaya başlayacak ve geçici bir süreyle bile olsa bulantının üstesinden gelecektir. Dolayısıyla varolmak özgür bir biçimde kendi kendini seçmektir. Yukarıdaki düşünceyi destekliyorum. (“Yalnızca asla düşünmeyenler, başka bir deyişle yaşamak için gereken şeylerden başka bir şey düşünmeyenler mutlu oluyor.”) Ben varlığa karşı bilinçsizliğimizin insanı mutlu ettiğini düşünüyorum. Ama varlığının farkına vardığın anda bu mutluluk biraz sekteye uğrayabiliyor. Uğrasın, uğraması da lazım. Bazen deneyim mutsuzluktan da geçer. Seçimlerinde özgürsün ama bedelini de göze aldığında. Özgür olmak bu dünya için maalesef bedel istiyor. Bir sürü zırvadan sonra hayatın birinci dereceden denkleminin ye-iç-yaşa, ikinci dereceden denkleminin ise deneme-bulantı-yanılma-bulantı-deneyim-bulantı olduğunu anlıyoruz. Gelelim sürprize. Bu uzun yazıda bir sürü kitaba atıf yapıldı. Makaleleri yazmıyorum yoksa işin içinden çıkmayız. Aklıma gelen kitapları yazayım: Gölgesizler, Yırtıcıların Alacakaranlıkta Savaşı, Tutunamayanlar, Umutsuzluğun Doruklarında, Türk Edebiyatında Postmodernist Açılımlar, Varoluşçuluk, Yabancı, Dönüşüm... BONUS: Adı geçen rap şarkısı da Ezhel'den İyi Bil ne istediğini iyi bil belki istediğini bildiğin şey senin için hiç de iyi değildir :D Selamlar.
Bulantı
BulantıJean-Paul Sartre · Can Yayınları · 202122,7bin okunma
··
25,6bin görüntüleme
Eylül Türk okurunun profil resmi
Var olduktan sonra özün oluşumu... Her ne kadar benim anlayışıma göre bu meyveden başlayan, dala, ağaca ve nihayet toprağa ulaşmaya çalışan bir yaklaşım olsa da Roquentin’in, monologları esnasında okura geçen felsefi sorgulamaları mühimdir. Sartre eserin bir yerinde 'edebiyattan kaçınmak'tan söz eder.Edebiyattan kaçınmak ona göre salt düşüncenin fotoğrafını çekebilmek için gereklidir. Roquentin’in bir yazar olduğunu ve yazarak kendini oluşturmaya, bir anlamda gerçekleştirmeye çalıştığını, bu yolla bulantı'nın kaynağına inmeye çalıştığını düşündüğümüzde, yüzeysel, kurmaca metinlerin nasıl kendi merkezinde dönüp durduğunu daha iyi kavrıyoruz... Roquentin her yerde insanı arar, benliğin dar duvarlarıyla çevrilmiş bir hücrede gibidir... Oysa insan benliğinden sıyrılarak, sonsuzluk nefesine erişebilme ihtiyacı ve yetkinliği ile donatılmıştır... Metinlerin etkileşimi çok güzeldi... Keyifle okudum, zihninize sağlık hocam. :)
Murat Sezgin okurunun profil resmi
Harika yorumunuz için de ben teşekkür ederim :) üstüne bir şey diyemem :)
2 sonraki yanıtı göster
Psyche okurunun profil resmi
"Zevk nedir, elem nedir öğrenmedikçe hiçbir şeyi düşünmedikçe hayat pek tatlıdır." diyor Aias'ta Sophokles, düşünmemenin acısızlığı üzerine. Elinize sağlık, faydalı bir incelemeye rastladım uzun zaman sonra.
Murat Sezgin okurunun profil resmi
Ama bir düşünmeye görelim bakın o zaman neler oluyor 😅
3 sonraki yanıtı göster
Garipbirokur okurunun profil resmi
Hayatın anlamını sorgulama yolculuğu herkesin geçiriyor olduğu bir şey geçirdiği demiyorum çünkü biten bir yol olduğunu düşünmüyorum ..Maddi formların içerisinde yaşayan insan bunların hiçbirinin mutlak bir anlamı olmadığını fark ettiği zaman mutlak gerçeği sorguluyor ve bu mutlak gerçek de sonsuz olmalı diye düşünüyorum.. dini anlamda sorgulama yaptığım ve karanlık bir boşluğa düştüğüm bir zamanlar aslında Tanrı inancının içimden gelen ve beni hayata bağlayan bir şey olduğunu fark ettim.Fakir ülkelerde geçim sıkıntısı yüzünden intihar eden insanlar olduğu gibi gelişmiş ülkelerde ve genelde tanrı inancının olmadığı ülkelerde de intiharların olduğunu görüyoruz yani intihara sürükleyen tek şey maddi eksiklik değil manevi bir boşluğun içine atlayış olduğunu düşünüyorum bunun arkasında
Bu yorum görüntülenemiyor
Selcan okurunun profil resmi
Epeydir bekleyip bugün başladığım kitap Bulantı. İyi bir kitaba başladığımı da yazdiklarinizdan anladım. Teşekkür ederim 🙏📚
Burhan ÖZALP okurunun profil resmi
Sartre felsefesinin özü tercih ve tercihinin sorumluluğunu almaktır. Bununla ilgili bir Sartre hikayesini buraya bırakıyorum, iyi seyirler: youtu.be/ZzSyVo5Kd7c
Akıl Fikir Gezegeni okurunun profil resmi
teşekkürler 👍🙋🏻‍♂️
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.