Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

AKINCILAR ?..
*Gaza kim ettiler Allahu ekber Dediler her nefes Allahu ekber* Aşıkpaşazâde'nin, dillerinden bir nefes dahi Allahu Teâla'yı düşürmeyen ve onun uğrunda gazâdan başka bir iş düşünmeyen yiğit dilâverler diyerek övdüğü Osmanlı akıncıları, hafif süvari birliklerindendir. Temelinin Osman Gazi zamanında Köse Mihal tarafından atıldığı rivayet olunur. Uç beyliğinin gelişip büyümesinde önemli rol oynamışlardır. Akıncılığın bir ocak şeklinde gelişmesinde ise Evrenos Bey'in büyük emeği geçmiştir. Akıncı ocağı bugünkü çağdaş ordulardaki komando sınıfının karşılığıdır. Bir farkla ki, onlar atlı ve hafif silahlı, hareket yetenekleri olağanüstü yüksek komandolardı. Büyük álim Kaşgarlı Mahmud'un "at Türk'ün kanadıdır” sözü sanki akıncılar için söylenmişti. Akıncılar seferde ve hazerde günlerinin büyük bölümünü atları ile geçirirlerdi. Talimlerini devamlı olarak atlarıyla yaparlardı. Eğitim sırasında atlarını alevli fıçılar üzerine sürerler ve aralarından rüzgâr gibi geçerlerdi. Yüksek duvarların ve mâniaların üzerinden yüzlerce kez atlarlardı.Dört nala giderken dört bir yana gözle takip edilemeyecek serilikte oklarını bırakırlar ve hedeflerini vururlardı. Hızla giderlerken bir attan diğerine atlarlardı. Atının yanında ve altında yol alabilir ve bu sırada dahi istediği hedefleri vurabilirdi, Hızlı ve taşkın nehirleri atıyla yüzerek rahatça karşı sahile geçerlerdi. Akıncılar seferlere en az birkaç atla çıkarlardı. Bu atları hem savaş esnasında, hem de savaş sonunda elde ettiği ganimetleri taşımakta kullanırlardı. Atlarının uzun mesafe koşmaya elverişli, dayanıklı ve çevik cins Arap atı olmalarına özen gösterirlerdi. Akıncının seri ve süratli hareket edebilmesi için çok hafif olması gerekirdi. Onların bütün techizatını ok, yay, kılıç, kalkan, pala ve atlarının eğer kayışına asılı olarak taşıdıkları bozdoğan ismi verilen topuzları teşkil ederdi. Bazılarının hafif zırh gömlek giydikleri görülmüşsede genelde akıncılar zırhsız idiler. Sonraları tüfek de kullanmışlardır. Giyimleri de sade ve hafif olurdu. Başlarında kurt derisinden kızıl börkler vardı. Yine genelde deriden olmak üzere cepken, yelek ve şalvarları diğer giysileri idi. Subayları kaplan ve leopar postundan giyinirlerdi. Sırtlarında ise iki taraflı kartal kanatları bulunurdu. Akıncıların yiyecekleri de yükleri gibi hafif olurdu. Pirinç, kavurma ve koyun pastırması en temel gıdaları idi. Yiyecek işlerinde kullanmak üzere akıncıların her biri yanlarında hafif tencere bulundururdu. Akıncılar çoğunlukla Rumeli, Batı ve Orta Anadolu'nun gözü pek Türk çocuklarıdır. Yabancılar kesinlikle bu ocağa kabul olunmazdı. Bu ocağa alınma şekli diğer sınıflara hiç benzemezdi. Her akıncı adayı beye gelir, kendini ve neslini tanıtırdı. Kabul veya red tamamen akıncı beyinin iradesinde idi. Padişahlar dahi bu ocağa nefer alınma işine karışmaz, asla müdâhil olmazlardı. Zira bir kötü akıncı o birliğin mahvina sebep olabilirdi. Herbir akıncı adayı imam veya köy kethüdasını veyahut dürüst birini kefil göstermek mecburiyetinde idi. Akıncıda muhakeme ve doğru karar verebilme yeteneği çok yüksek olmalıydı. Acil durumlarda hızla düşünüp karar alabilmeli, kararını yıldırım hızıyla uygulayabilmeli ve komutanının verdiği her emri gözünü kırpmadan yerine getirebilmeliydi. Dolayısıyla akıncılar genelde babadan oğula bu meslekten gelenlerden oluşurdu. Zira bir akıncıyı en iyi şekilde yine bir akıncı yetiştirebilirdi. Akıncıların muntazam defterleri vardı. Bunların isim ve hüviyetleri (baba adları mahalle veya köyleri ile) bu akıncı defterine kaydolurdu. Hariçten gelişi güzel hiçbir kimse bunların arasına giremezdi. Düzenli bir şekilde tutulan akıncı defterlerinden bir nüshası ilgili serhad kadılığında diğeri merkezde bulundurulurdu. Bütün akıncılar mıntıka mıntıka akıncı kumandanlarının emirleri altında bulunuyorlardı. Devlet akıncılar için kışla tahsis etmez, onlara maaş vermez, teçhizat ve silah sağlamazdı. Akıncılar silahlarını kendileri temin ederler ve düşmandan aldıkları ganimetle geçinirlerdi. Buna karşılık devlete vergi vermekten muaf tutulurlardı. Akıncılar sürekli ordu birliklerine mensup olmadıklarından genellikle Rumeli'de serhad boylarına yakın yerlerde otururlar ve beylerinden emir geldiği anda akına hazır halde bulunurlardı. Akıncı ocağının en mühim görevi düşman ülkesini taramak, düşmanın maddi ve manevi gücünü kırmaktı. Keşif, yağma veya tahrip maksatlarıyla düşman arazisine yapılan askeri harekât hakkında kullanılan bir tabir olan akın hareketi kesinlikle plansız ve programsız bir çapul hareketi değildi. Osmanlı akınları mutlak surette bir kaide ve kanun altında yürümüş, muntazam ve mükemmel bir teşkilata bağlı kılınmıştır. Akınlar, Osmanlı Devleti'yle harp veya anlaşmazlık içerisinde bulunan devletlere karşı yapılırdı. Düzenli ordu gelinceye kadar akıncı birlikleri o devletin halkını ve ülkesini maddi manevi tahrip ederdi. Ordu birliklerinin çekilmesinden sonra da akıncıların hareketleri her fırsatta ta ki barış vuku buluncaya kadar devam ederdi. Düşman memleketine yapılan bir akının 'akın' adını alabilmesi için onun mutlaka akıncı beyinin idaresi altında olması şarttı. Sefer zamanında akıncılar on kişilik gruplar hâlinde teşkilatlanırdı. On kişiye onbaşı, yüz kişiye subaşı, bin kişiye de binbaşı adı verilen kişiler komutanlık ederlerdi. Akıncılar, akınlarını genelllikle baharda ve yaz aylarında yaparlardı. Zorunlu bir gereklilik olmadıkça kışı ailelerinin yanında geçirirler ve savaş eğitimi ile meşgul olurlardı. Bahar geldiğinde beylerinin emrine âmåde olurlardı. Devlet, akıncı beyine nereye ve hangi yöne akın yapılacağını bildirmişse akınlar o yöne kaydırılırdı. Harekâtlar sınır boylarına kadar gizli tutulurdu. Düşmanın beklenmeyen ve müdafaa kuvveti bulunmayan bir bölgesinden arazisine girilirdi. Akıncıların geldiğini haber alan şehirlerde herkes kıymetli eşyalarını alarak güvenilir bölgelere veya gizli sığınaklara çekilmeye çalışırlardı. Düşman ülkesine toplu bir hâlde giren akıncılar önemli ve stratejik noktalara geldiklerinde küçük birliklere ayrılarak yollarına devam ederlerdi. Her birliğin vuracağı şehir ve kasabalar önceden belirlenmişti. Her kol harekete geçerken *Kızılelma'da buluşalım diyerek birbirlerine veda ederlerdi. *Kızılelma için Budin, Roma, Viyana diyenler olduğu gibi kimilerine göre ise asıl olan Cennet-i A'lâdır. Zira o artık ölümü göze alarak, geri dönmeyi düşünmeyerek gitmektedir. Bu ideal, Türk'ün İslam dairesine girmesiyle birlikte cihat aşkı ve sevdası neticesinde gelişen, yüzlerce yıllık dinî ve milli şuuru olmuştur. Akıncıların bu hayat düsturunu, yaşama maksadını ve sefer niyetini bir akıncı şairi şu ifadeleri ile terennüm etmiştir: *Yöneldi fi sebilillah gazaya Tevekkül kıldı canıyla Hüda'ya Ne can endişesi ne nan ümidi İki cihanda bir canan ümidi Zehi âşık zehi gâzi-i sădik Bu gázidir olan didara lâyık* Akıncılar bir yere hücum edecekleri zaman arka arkaya kademe halinde birkaç kısma ayrılırlardı. Hücum eden ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman kuvveti çıkarsa çarpışmanın en şiddetli anında arkadan yetişen yeni bir kartal kanatlı akıncı topluluğu bir kasırga gibi düşmanın içine dalar ve birliklerini darmadağın ederdi. Hücumlar pek ani ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsar ve parçalarlardı. Yerleşim birimlerinden ganimetleri toplayan akıncılar geri kalan eşya ve erzakı mümkün olduğunca kullanılmaz hale getirirlerdi. Böylece bir taraftan şehir ve kasabaları dehşete düşürürken diğer taraftan düşmanın ekonomisini çökerterek ordusunu zor durumda bırakırlardı. Akıncıların vurduğu bölge halkı ise, kendisini koru yamayan ve muhafaza edemeyen hükümetini, ya Osmanlılarla anlaşmaya veya onları tanımaya zorlardı. Akıncıların memleketlerine girdiğini haber alan düşman birlikleri ancak akıncıların geçtiği yerlerde ve dar boğazlarda kuvvetlerini toplayarak onları engellemeye çalışırlardı. Oysa çoğu kez akıncılar alacaklarını alıp vazifelerini tamamladıktan sonra geldikleri ve geçtikleri yolun tersi istikametinde düşmanın ummadığı bir yoldan vatanlarına dönerlerdi. Gerekirse sarp kayalıklardan, ormanlık ve ıssız bölgelerden geçerek kendilerine tuzak kurmuş olan düşmanlarını gafil avlarlardı. Nitekim Avusturyalılar tarafından yazılmış eserlerde, akıncıların Carinthia Alpleri'ndeki Loibl Geçidi'nin en dik yamaçlarına atlarıyla çıktıklarından bahsedilir. Osmanlı ordusunun seferden dönüşü sırasında herhangi bir baskına uğramasını önlemek, bu hususta gerekli tedbirleri almak ve düşmanların Türk topraklarına girmesini önlemekde akıncıların görevleri arasındadır. Akıncı Ocağı'nın bir diğer mühim görevide haber almadır. Divan-ı Hümayun istihbarat görevlerinde genellikle akıncı subaylarını kullanırdı. Bunları göndereceği ülkenin kimliğiyle o ülkeye salardı. Bu itibarla bir Osmanlı akıncısı pratik bir şekilde mutlaka birkaç Balkan veya Avrupa dilini mükemmelen konuşurdu. Bir ajanda bulunması gerekli mutlak sadakat ve samimiyet; zeka, akıl, kurnazlık, hile ve düzen yeteneği; seyahat tecrübesi, gideceği ülkeyi iyi tanıması, dilini en iyi derecede bilmesi, işkenceye tahammül ve her tür şartlara direnme gücü Osmanlı akıncı subaylarında fazlası ile mevcuttu. Casus olarak bir ülkeye giden Osmanlı akıncıları bazen orada yıllarca kalabilirdi. Aynen o ülke halkı gibi yaşantısına devam ederdi. Genellikle keşiş, papaz, sofu bir burjuva veya tüccar kimliğine bürünürlerdi. Akıncı casuslar gönderildikleri ülkeyi gezdikten sonra yazılı ve sözlü raporlarını beylerine, beylerbeyilerine verirler ve gerekli bilgiler anında merkezde Divan-ı Hümayun'a ulaştırılırdı. *Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı* isimli kitabında Franz Babinger bu konuda şunları söylemektedir: "Akıncıların hemen hemen bütün seferlerinde saldırdıkları bölgeyi ve halkı çok iyi tanıyor olmaları, insanı hayrete düşürü yor. Osmanlıların casus ağı neredeyse Almanya'nın içlerine kadar yayılmıştı. Bu casuslar son derece gözü pek ve etkiliydi. Osmanlı İmparatorluğu, komşularında olup biten her önemli şeyden haber dar oluyordu. Alman ya da Macar topraklarında düzenlenen bütün ortak toplantıların ayrıntıları, Türk ajanları tarafından İstanbul'a gönderiliyordu." Akıncı beyleri fevkalade salahiyetlerle yüklü, doğrudan doğruya padişahtan emir alan kimselerdir. Rütbeleri sancakbeyi derecesin dedir. Bugünkü ifadesi ile akıncı beyi bir komando tümgeneralidir. Bazılarına beylerbeyi (orgeneral) pâyesi ve bu rütbenin klasik Osmanlı dönemindeki unvanı olan paşa titri verilmiştir. Akıncı beylerinin ekserisi Osman Gazi'nin yoldaşları veya devletin ilk yıllarında gazalarda büyük başarılar göstermiş namlı komutanların çocuklarıdır. Isimlerini babalarından alırlar. Mihaloğulları, Evrenosoğulları, Malkoçoğulları, Turhanoğulları ve Paşayiğitoğulları gibi... Türklerin Rumeli'ye ilk geçişlerinde hazır bulunan Evrenos Bey'e bağlı olanlar Arnavutluk'ta; Mihaloğulları Sofyada; Turhanoğulları Morada; Malkoçoğulları ise Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı Türklerini Anadolu'dan Rumeli'ye geçiren ve burada vatan tutmasını sağlayan gazi beylerin ruhları, evlatlarının asırlarca Tuna'ya doğru akınlarını dinledi. Onların "mübarek derya" diyerek niteledikleri Tuna Nehri'ni yüzlerce kez geçişlerinin ve cihat hareketini canlı tuttuklarının şahidi oldu. Yahya Kemal Beyatlı o günleri şu dizeleri ile ölümsüzleştirmiştir. ******* Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin ath, o gün dev gibi bir orduyu yendik! Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: "İlerle!" Bir yaz günü, geçtik Tuna'dan, kafilelerle... Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi, Türk atlarının geçtiği yoldan, Bir gün, dolu dizgin boşalan atlarımızla, Yerden yedi kat arşa kanatlandık, o hızla... Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de, Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik! ****** Akıncı beyleri akıncıları tam bir fedai olarak yetiştirdikleri gibi ruhende olgunlaştırmayı kendileri için bir görev addederlerdi. Elde ettikleri ganimetten devlete ait payı verdikten ve akıncı yiğitlerin hisselerini dağıttıktan sonra paylarına düşen miktarın önemli bir kısmını bilime ve sanata destek olacak işlere, mekânlara ve kişilere harcamakta idiler. Bu itibarla sahip oldukları eyaleti, payitahtı (İstanbul) örnek alarak bir ilim irfan yuvası kılmak için gayret gösterirlerdi. Zira akıncıların kendilerini çekip çevirecek bir komutana ih tiyaçları olduğu gibi onları ruhen besleyecek ve cihada hazır hale getirecek mihver şahsiyetlere de ihtiyaç vardı. Bu işi ise ancak kışın kışlaklarda, yazın akıncı yiğitlerle beraber cihat yollarında koştu. racak gazi-erenler ve şair dervişler yerine getirebilirdi. Rumeli'de bu tip kimselere Horasan Erenleri de deniliyordu. Nitekim Evrenoszâde Ahmed Bey, Vardar Yenicesi'ne bu maksatla Şeyh Abdullah-ı İlahi'yi getirmiştir. Abdullah-ı İlahi kısa bir sürede bu şehirde yaşayan âlimleri, gazileri ve halkı tesiri altına alıp hepsine ortak özellikler kazandıran bir merkez şahsiyet olmuştur. Abdullah-ı İlahiden feyz alan gazi erenler, şiirleri ve sözleri ile gazâ heyecanını akıncılara aktarıyor böylece bu tasavvufî hava hepsine kaynaklık ediyordu. Abdülgâni, Âgehi, Aşkî, Deruni, Garibi Hayreti, Hayâli, Râzî, Sıdki, İlahi Mehmed Râzî ve Usûli gibi dervis gazilerle Osmanlı Rumelisi öyle bir kültür ve medeniyet hamlesini yakalamıştı ki Aşık Çelebi bu durumu şöyle ifade etmektedir: "Rivayet ederler ki Prizrende oğlan doğsa adından önce mahlasını korlar. Yenicede doğan oğlan, baba diyecek vakitte Fârisi söyler. Priştine'de oğlan doğsa, dividi belinde doğar." İşte bu ilim ve kültür merkezlerinde savaşcı kimliğinin ötesinde mertlik ve kutsiyetle yoğrulmuş, ırza,namusa, saygılı ve İslam'ın beş şartına uygun düşen hayatları ile akıncılarda tertemiz bir karakter oluşurdu.
Sayfa 61 - Kartal Kanatlı YiğitlerKitabı okudu
·
2.535 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.