Gönderi

132 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
Hani bazı Hollywood filmleri vardır; kahraman ve beraberindekiler gizemli bir mağaraya, derin ormanların içindeki eski bir tapınak kalıntısına veya artık terkedilmiş bir madenin derinliklerine bambaşka bir amaçla girerler, fakat orada binlerce yıldır uyuyan, türü ve kökeni bilinmeyen bir varlığı uyandırarak başlarına büyük bir bela alırlar. Genellikle de B sınıfı olan bu filmler sanıyorum ki ilk bu eserden etkilenmişler. Elbette buradaki izlenim gücünü ve alegoriyi bu tür filmlerde bulmaya çalışmak nafile bir çaba olur. Lovecraft'ı ilk defa okudum ve büyük ve derin manzaraları, o uçsuz bucaksızlıkları resmetmedeki gücüne hayran oldum. Engin uzaklıklar, sis ile karın birbirine karışıp yeryüzü ile gökyüzünün sınırını görünmez kıldığı sütbeyaz bir sonsuzluk hali, uzaktan, yakından, açık havada, kapalı havada dağlar, buz buharları, buz serapları, yansımalar, yabancı bir gezegende, bildiğimiz dünyadan milyonlarca kilometre uzaktaymışız hissi veren, batmayan kutup güneşinin sürekli kıldığı kızıllık... Bu uzun tasvirlerden çoğunluk hoşlanmıyor, ama iyi yapılmışsa zihinde yarattığı türlü türlü görkemli resimle insanı o atmosferin içine çeken yegane şeydir tasvir. Bu eserde de betimlemeler adeta pastoral birer şiir gibidir. Sık sık tekrarlanmaları da, bana kalırsa, nerede olduğumuzu unutmayalım, kendimizi oturmuş kitap okuyan biri gibi bulmayalım diyedir. Kitabın bir jeolog olan anlatıcısı, bu kutup bölgesini okumuş olmaktan pişman olduğu, deli bir Arap tarafından yazılmış "Necronomicon" adlı eserdeki Leng platosuna benzetir. "Necronomicon"da tam olarak ne vardır bilmiyoruz, zira bu Lovecraft'ın diğer eserlerinde de bahsedilen, yine kendisinin uydurmuş olduğu bir kitapmış. Fakat anlatıcıdan anladığımız kadarıyla, tuhaf varlıklarla ilk insanların karşılaşmalarıyla dolu hikayelerin anlatıldığı bir kitap. Ve bu kitapta "Eskiler" adı verilen bir tür var. Daha sonrasında jeolog ve arkadaşı şehirlerini ve kalıntılarını buldukları bu türün işte bu "Eskiler" olduğundan şüpheleniyorlar. Önce bu türün kendisiyle, daha doğrusu cesetleriyle karşılaşıyorlar, hücresel yapısı olmayan yarı bitki yarı hayvan bir tür. Daha sonra da, büyük dağların ardında onların kurduğu duvarlarına yapılan rölyeflerden su götürmeyecek şekilde anlaşılan devasa şehirlerini keşfediyorlar. Anlatıcı bizi uzun uzun o şehirde gezdiriyor, bu halkın duvarlardaki resimlerde anlatılan tarihini de kendi çıkarabildiği kadarıyla aktarıyor. Asıl önemli kısım da bu zaten. Uzayın derinliklerinden Dünyaya en az 1 milyar yıl önce, daha her şey sular altındayken gelmiş, su altında şehirler kurmuş, verimsiz olsa da bitkiler gibi inorganik maddeden enerji sentezleyebilen bu zeki tür, öncelikle enerji ihtiyacını karşılamak ilk hücreyi sentezliyor. Daha sonra bu organizmaları enerji için kullanıyor. Hatta ağır yükleri taşıyabilecek, tüm hücreleri istendiği zaman farklı görevler için özelleştirilebilen köle bir ırkı da yaratıyorlar. Bu noktadan sonra hücrelerin bir kısmının da artık kendi kendine evrimleşmesine izin veriyorlar. Zaman içinde ortaya çıkan bazı zararlı türleri ortadan kaldırıyorlar ama diğerlerine dokunmuyorlar. Böylece dünyada bildiğimiz hücresel hayat yeşeriyor. Karaların artmasıyla bu eskiler karaya da uyum sağlıyor, orada da medeniyetler kuruyor, uzaydan gelen başka güçlerle savaşıyorlar vs. Hikaye bu şekilde yok oluşlarına kadar gidiyor. Bu yok oluşu anlatıcı bize şehirde gezdikçe ve daha derin katmanlara indikçe gözüne çarpan sanatsal gerileme vasıtasıyla anlatıyor. Üst katların görkemli kabartmaları ve ince işçilikleri alt katlara indikçe kabalaşıyor. Kısacası, milyonlarca yıl önce altın çağını (klasik dönemini) yaşayan Eskiler medeniyeti giderek yozlaşıyor ve geriliyor. En sonunda da, yeraltının derinliklerinde, köle olarak yaratmış oldukları ırkın taklit ve uyum yetenekleriyle kendilerine galip gelmiş olduğunu, çıkarabildikleri sese kadar her şeyleriyle Eskiler'in başarısız birer kopyaları olan bu mahlukların efendilerinin bu derinliklerdeki eserlerini bile iyice kazıyıp, üstlerine kendi kabartmalarını, son derece bozuk bir üslupla yapmaya çalıştıklarını fakat ortaya ancak kendileri gibi amorf bir şeyin çıktığını görüyoruz. Bu, yüksek klasik bir kültürün çöküşü ve yerinin başka ve dekadan bir şekilsizliğin almasının öyküsü. Artık bunu nereye çekerseniz çekin. Lovecraft'ın kendi zamanının ırkçı görüşlerinin de ötesine geçen ekstrem bir ırkçılığı olduğunu okudum. Buradan bakacaksak, yükselmiş batı kültürünün artık çöküşe geçtiğini (iki savaş arası dönemdeyiz) ve çevre kültürlerin, batıyı son derece taklit etmekten başka bir şey üretemeyecek ve o klasik kültüre asla kendi başına ulaşamayacak, bir zamanlar batının kölesi olmuş kültürlerin onun yerini alacağını düşündüğünü varsayabiliriz. Daha iyimser olacaksak bunu Roma'nın çöküşü olarak da okuyabiliriz, zira o da bu şablona uymaktadır. Ben çok iyimser değilim. Lovecraft ile üzerinde uzlaşabileceğimiz bir konu varsa o da insanın eşref-i mahlukat olmadığı gerçeğidir. Eskiler gibi bir kültürün kendisine besin olması amacıyla yarattığı hücresel yaşamın tesadüfi bir yan ürünü olsun ya da olmasın, bilmediğimiz bir tesadüfün sonucunda burada olduğumuz savına karşıt olarak öne sürülebilecek bir kanıt da mevcut değildir.
Deliliğin Dağlarında
Deliliğin DağlarındaH. P. Lovecraft · İthaki Yayınları · 20181,742 okunma
·
147 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.