Gönderi

Ordumuzun İstanbul önlerine dayandığı günlerdir. Henüz bahardır ama hava iyi sıcaktır. Yedikule önlerinde toplanan askerler kırbaların dibinde kalan son damlaları da yudumlar ve su sormaya başlarlar. Öyle ya bu çocuklar daha yıkanacak, paklanacak, abdest alacaklardır. Fatih bu sıkıntıyı nasıl halledeceğini düşünürken üzerinden yaban kazlar geçmesin mi. Genç sultan, süvarilerden birine kuşları esaret eder. Delikanlı okuna davranır, elini sadağına atar. Fatih "Hayır, hayır!" diye fısıldar, "Onlan takip et. Kim bilir, belki de bir göle uçuyorlar." Süvari bir hamlede atına çıkar, hayvanını topuklar. Artık kazlar nereye, o oraya. Kuşlar atışalanı taraflarında alçalır alçalır ve berrak sulu bir gölceğize konarlar. Delikanlı önce suyun tada bakar, sonra matarasını doldurup ordugaha koşar. Doğrusu bu su beklenenden ziyade ve umulandan tatlıdır. Mimarlar, ustalar derhal işbaşı yapar, rütbeliler bile künk taşırlar. Çok değil 5 -10 gün sonra lülelerden su akmaya başlar. Fatih bu mutluluğu paylaşmak ister, Çeşme başına gelir. O sıra bir sanatkarın kitabeye "adını." Kazıdığını görür. Ustaya döner "niye ama" der, "suyu bulan ben degilim ki?" Vezir araya girer ve usulünce sorar: "Peki bu Çeşme kimin ad ile anılsın?" Kazların! Öyle de olur. Çeşmenin adı “Kazlıçeşme” kalır.
18 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.