Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

240 syf.
·
Puan vermedi
Sis, Yaman Adam, Abel Sánchez -ya da üç örnek öykü ve bir alıntı-
''Ve sonunda ey erkek okurlar, kadın okurlar, beyler, hanımlar, genç kızlar, bu üç öykünün, kişileri içlerine kapanık ve tanınmadan yaşamak zorunda kalsalar bile, yaşayacaklarını biliyorum. Kendi yaşayacağımdan emin olduğum kadar bundan eminim. Nasıl? Ne zaman? Nerede? Bunu yalnızca Tanrı bilir…''* Yaman Adam (ya da ‘’Tam Bir Erkek’’) öyküsünde başkarakterlerden biri olan, Renada’nın seçkin güzeli Julia, her şeyden habersizce yaşayan bir ‘’eski zaman kadını’’dır. Güzelliği dillere destandır yine de, sırf onu görmek için dışarıdan insanlar bile gelir. O, geçmişi karanlık ve mali durumu bozuk Don Victorino Yanyez’in kızıdır ve babası, mali durumunu iyileştirmek için kızını ‘’satmak’’ ister, ne de olsa eşsiz bir kızı vardır. Julia da bu durumdan rahatsız olur ve takıntı yapar. Yapması normaldir de çünkü babası onu bir pirinç, buğday ya da et gibi satmak istiyordur! Bir ‘’mal’’ mıdır o? Basit, alelade bir mal? Tüm bu düşünceler, içinde babasına ve hayata karşı büyük bir kin doğurur. Julia, kendine kur yapan (dikkat edin, âşık olan değil çünkü çok âşığı vardır) herkese kendini verir. Peki neden yapar bunu? Çünkü öfke duyduğu babasına karşı büyük bir acı vermek istiyordur. ‘’Öfke ve kuruntu’’ daha ilk başlardan beri onun gönlünde yer eder, ileride de edecektir. İnsan bazen ne olurssa olsun bulunduğu durumdan kurtulmak ister, adeta ruhuna yapışmıştır o ‘’kurtulma tutkusu’’; Julia’nın da hissettiği budur. Zayıf karakterinden, ‘’kadın’’lığından ve çaresizliğinden dolayı peşine birini daha sürüklemek hatta ‘’intihar etmek’’ ister. +Şu halde, de bakalım, kaçarsak ne yaparız? -Nasıl? Yoksa sözünden dönüyor musun? +Fakat ne yapalım? -Cesaretini kaybetmiyorsun ya? +Orası öyle ama sen söyle haydi, ne yapalım? -Şey… İntihar edelim!’ +Sen çıldırmışsın Julia! -Evet çıldırdım… Ümitsizlikten, nefretten, korkudan, beni satmak isteyen babama karşı duyduğum dehşetten çıldırdım… Sen de çıldırmış olsaydın, aşktan çıldırmış olsaydın benimle beraber canına kıyardın.¹ Daha sonra Julia’nın yeni bir talibi çıkar: Alejandro Gomez. Alejandro, bizim ‘’yaman adam’’ımız, ‘’tam bir erkek’’imizdir. O, ‘’Paran varsa dünyada her şey senin!’’ düşüncesiyle hareket eden bir zengindir. Lafını hiçbir zaman esirgemez ve hiçbir şeyden korkmaz, istediği şeyi elde etmek için elinden geleni yapar ve mutlaka ‘’sert’’ olur. Alejandro, eninde sonunda Julia’yla evlenir ve ‘’evinin hanımı’’ o olur. Alejandro’nun kişiliği, başkalarının onun başarılarını ve kazandıklarını görmesine bağlıdır. O, tek başına değil, başkalarıyla var olur. Şimdi ‘’Herkes başkasına muhtaç değil mi var olmak için, dünyada sadece biz olsaydık hayatın anlamı ya da tadı olur muydu?’’ diye sorabilirsiniz, haklısınız da fakat Alejandro’nun ‘’kişiliği’’ böyle, yani varlığının merkezinde gösteriş ve elde etme tutkusu var, tek amacı bu. ‘’Paran varsa dünyada her şey senin,’’² diyen, bunun her durumda böyle olduğunu vurgulayan ve karısının güzelliğini elde ettiğini bile herkesin gözüne vuran bir karakter. ‘’Karısını arzulu bakışlarla süzenlere şöyle demek istiyordu adeta: ‘Hoşunuza mı gidiyor? Buna pek memnun oldum, çünkü o benimdir, yalnız benim. Âlâ, hiçbir itirazım yok, köpürün köpürebildiğiniz kadar, yitirin aklınızı!’’’³ Aslında kişiliği de bir o kadar siliktir, nedir o? Kimdir? Bilmeyiz. Sevemez, sadece yaşar, gösteriş yapar. Ona göre ‘’Bir insan sevdiğini ne kadar az söylerse o kadar iyidir.’’ ve ‘’Kıskançlık aptallara göredir.’’ Serttir, ayrıca duygusuzdur adeta; sadece elde eder.⁴ Julia da kudurur onunla ilişkisi boyunca. Her daim ‘’Beni seviyor mu, sevmiyor mu?’’ diye sorar, kendini yer bitirir çünkü onun kadar güzel biri bu adamda, eşinde neden güzel imgeler ve aşk uyandırmıyordur? Julia’nın önceki ‘’öfke ve kuruntu’’ alışkanlığı buraya da sıçrar, kocası hakkında hiçbir şey bilmemesi, onun hakkında düşünememesi (çünkü çok az şey biliyordur kişiliği hakkında bile), onu sevip sevmediğini bilmemesi onu buna iter. Nedir o? Yine sadece bir ‘’mal’’ mı? Hâlâ bir mal mıdır, yoksa güzelliği dolayısıyla bir eğlence aracı mı? Eşine itaat eder ve onda ‘’erkekliği’’ görmüştür bir kere, ona âşık olmuştur ama eşi?.. Julia, evlerine gelip giden bir kontu kendine âşık eder. Âşık ettiği için de eşinin buna bir şeyler demesini ister çünkü eşini kıskandırmaktır amacı. Fakat eşi ne diyebilir ki? Onun kıskançlık hakkındaki düşünceleri bellidir ve Alejandro biriyle oynaşsa Julia çok kıskanır, Alejandro’da ise bir sorun yok gibidir, ‘’Oyna onunla,’’ der ona. ‘’Beni tanıdıktan, erkekliğin ne olduğunu benim şahsımda öğrendikten sonra artık bir başkasını sevemezsin; istediğin kadar niyet et, imkânsız! Kalıbımı basarım ben buna. Ama artık kapatalım şu kitaplar bahsini. Söyledim ya, bu romantizme tahammül edemiyorum. Çocukluk bunlar; sıska bir kontla çay içerken konuşmaya yarar olsa olsa.”⁵ Julia’nın âşığının Alejandro’yu ne denli çılgına çevirdiğini zamanla öğreniriz, aslında kıskançlıktan kudurur fakat bunu ona yansıtmaz, yansıtamaz çünkü, Julia’nın dediği gibi, ‘’alt tabaka gibi gurura kaptırmıştır kendini’’. ‘’Yaman Adam’’ rolünü karısından sevgisini esirgeyerek, âşık değilmiş gibi görünerek, kıskanç değilmiş gibi davranarak oynar. Aslında çılgınlar gibi âşıktır ona. Nitekim Julia ölüm döşeğindeyken de bunu gösterir, ona ‘’deli’’ damgası vurunken de o ölünce de. Evet, onun hakkında bu zamana kadar söylediğimiz her şey yalandır! Alejandro gerçek kimliğini gizlemiştir. Karısını sokakta güzel giysilerle dolaştırmasının sebebi insanları karısına karşı bir tehdit olarak görmediğini vurgulamak, eşini kendisine saklamak içindir; hiçbir aşk sözcüğü söylememesinin nedeni de eşinin sevgisini diri tutmak içindir, çocuğunu bile öpmemesinin nedeni budur; kendisinin olmayan duyguları kendisininmiş gibi gösterip her şeyi elde etme tutkusuyla, hiçbir şeyi kaybetmeme duygusuyla yanıp tutuştuğu içindir tüm bunlar. Alejandro, gerçek kimliğini son ana, eşinin ölümüne kadar saklar fakat artık çok geçtir. Nitekim Alejandro, eşinin ölüm döşeğinde olduğunu gördüğü zaman ne denli büyük bir yanlış yaptığını anlar. Aslında keyif almamanın, sevdiğimiz insanlara sevgimizi göstermemenin, çocuğunu öpüp koklayamamanın, âşık olduğun kadına ‘’Seni çok seviyorum!’’ diyememenin ne kadar trajik ve bunları yapabilmenin, çocukluk dediği romantizmin parayla satın alınamayacak kadar değerli olduğunu görür. Kendi kişiliğini gizlemenin acısında boğulur ve ölümü seçer Alejandro çünkü bu zamana kadar bir hiç uğruna yaşadığını anlar. İdealleriyle birlikte kendi de yok olur. Abel Sanchez öyküsünde Unamuno, dışarıdan bakınca basit bir olay örgüsüyle insanoğlunun sefilliğini, çaresizliğini, duygularının boyunduruğu altında kalınca ne kadar huzursuz olduğunu, kendinden nefret etmeyi ve ‘’kin’’i çok güzel bir şekilde işler. Abel Sanchez ve Joaquin Monegro bebeklikten beri iki ‘’en yakın’’ arkadaştır. Abel, hayatı değil sevdiklerini umursayan ama bunu göstermeyen, yeri gelince düşünceli, zaman zaman ün tutkusu olan, hiçbir şey umrunda değilmiş gibi görünen bir insandır. Joaquin ise başkaları tarafından ‘’sevimsiz’’ görünen, zeki, toplumu fazlasıyla umursayan ve kendine de ona göre değer veren, kindar, arkadaşları Abel tarafından alınan, zekâsı ve tüm varlığı adeta Abel’in gölgesinde kalan bir insandır. Büyüdüklerinde Joaquin bir doktor, Abel ise bir ressam olur. Joaquin, çok güzel olan (tıpkı Julia gibi) kuzeni Helena’ya âşık olur fakat Helena ona bakmaz, diğer herkes gibi ‘’sevimsiz’’ bulur. Joaquin, Helena’nın portresini yapması için onu Abel’le tanıştırır ve Helena gönlünü Abel’e kaptırır; arkadaşları gibi bunu da ‘’çalmıştır’’ Abel. Daha sonra Abel Helena’nın dillere destan bir portresini yapar. Bu olayla birlikte Joaquin’in Abel’e karşı olan ‘’toplumsal ve bireysel çaresizliği’’ ve kini daha da artar. İçinde onu geçme hırsı oluşur, için için kaynar onu geçmek için, yavaş yavaş tüm kötü duygular onu ele geçirmeye başlar, bir ‘’şeytan’’ oluşur içinde. Yetenekli bir doktor olan Joaquin’in annesini muayene ettiği fakat kurtaramadığı Antonia onun cüzzamlı ruhunu görüp iyileştirmek ister. Tüm dindarlığı, şefkati ve aşkıyla Joaquin’e tutulur. Bilirsiniz, çaresiz ruhlar için temiz bir ruh, aşk ve şefkatten daha iyi bir şey yoktur. Joaquin de ‘’Helena’yı unutmak ve yeni bir sayfa açmak için’’ Antonia’yla evlenir. Ama Abel’e ve her şeye karşı o kadar kindar ve vahşidir ki, düşünceleri de çarpıktır: ‘’Bir cüzzamlıyla evleniyormuş gibi evlendi benimle, kuşkusuz ilahi acıma duygusuyla, Hristiyanlığın feragat ve özveri ruhuyla, ruhumu ve dolayısıyla kendi ruhunu kurtarmak için, bir azize gözü pekliği ile evlendi benimle. O bir azizeydi. Ama beni Helena’dan kurtaramadı, Abel’den kurtaramadı! Azizeliği, fazladan bir pişmanlık daha yarattı bende… Yumuşaklığı beni öfkelendiriyordu. Kimi zaman, Tanrı beni bağışlasın, onun kötü ruhlu, öfkeli ve hor gören bir insan olmasını istediğim oluyordu.”⁶ Joaquin’in varoluş amacı kin ve Abel’i geçme, onun elde ettiklerini, hatta daha fazlasını elde etme arzusudur. Zamanla içindeki ‘’şeytan’’ daha çok belirginleşir ve o da bunu görür. Rahatsız olur fakat ne yapabilir ki? Hazzeder bundan adeta ve bazen salar içine tüm pisliği. Yine de kendisini sorgulaması bu özelliklerinden dolayı olur. Nedir o? Neden bu kadar kindardır? Neden Tanrı onu kindar yaratmıştır? Tanrı mı?.. Evet, eşi Antonia’yla tanıştığında Tanrı hakkında düşünmeye başlamıştır. Ruhunun kurtuluşu nasıl olacaktır? Bundan önce, ruhu var mıdır ki? ‘’’Ruhum var mı,’ diye sordum o zaman kendi kendime, ‘acaba içimdeki kin ruhum mu?’ Ve başka türlü olamayacağını, böylesi bir kinin bedenin bir işi olamayacağını düşündüm sonunda. Başkalarında bisturi ile ortaya çıkaramadığım şeyi kendi içimde buldum. Çürümüş bir organizma benim beslediğim gibi kin, bir kin besleyemez. Şeytan, Tanrı olmak istiyordu, ben ise çocukluğumdan beri başkalarını yok etmek istemedim mi? Mutsuzlukların yaratıcısı beni böyle yaratmamış olsaydı, ben bu denli mutsuz olabilir miydim?’’⁷ Joaquin bunlarla var olduğu için her zaman içinde bu ‘’şeytan’’ı bulundurur. Her zaman daha çok kendini deşer ve daha çok var olmaya çalışır, çabalar ve Rousseau’nun ‘’İtiraflarım’’ı gibi o da İtiraflar’ında ruhunu tüm çıplaklığıyla ortaya döker. Cesurdur bu konuda. Bir ziyafet günüde Abel’in resimleri üzerine tutkulu bir konuşma yapar Joaquin, bu, Abel’i o kadar duygulandırır ki ‘’Şu anda söylediklerin benim bu resmimden, yaptığım ve yapacağım bütün resimlerimden çok daha değerli…’’ der fakat yine de onlar sarılınca Joaquin’in zihninde Şeytan’ı ona söyler: ‘’Kollarının arasında onu boğabilseydin!..’’⁸ Abel her zaman ‘’Üzülmene gerek yok dostum!’’ demek ister Joaquin’e, ‘’Keşke hiç Helena’yla tanışmasaydım ve keşke arkaşalarını çalıp önüne geçmeseydim, seni üzmeseydim,’’ demek ister. Hüngür hüngür ağlamak ister Joaquin’e bunları söylerken. Söyleyemez yine de. Peki neden? Çünkü onun da büyük bir gururu ve Joaquin’e karşı bir çekingenliği vardır, sanki küçüklüğünden beri hayran olduğu kişi Joaquin’miş gibi. Belki de ileride oğluna gösterdiği soğukluk da tüm bunlardan kaynaklanır?.. Joaquin de bu sıralar yine büyük bir acıyla boğuşur. Her geçen gün daha çok sorgular ve kini onu yer bitirir, Şeytan’ı her geçen gün büyür. Hayatı geçiyordur! Düşünsenize, gözleri önünde eriyordur bu iğrenç duygularla hayatı… O durduramıyordur ama. Çaresizlik ona da acı vermez mi, tıpkı Mary Shelley’nin dediği gibi: ‘’İnsan zihni için, üst üste yaşanan olayların duyguları ayağa kaldırmasının ardından gelerek, ruhu hem ümitten, hem de korkudan azade kılan eylemsizlik ve kesinliğin mutlak sükûnetinden daha acı verici şey yoktur.’’⁹ Joaquin, duygularını fazlasıyla derinden yaşadığı için çok fazla etkilenir ve rahibe de sorar: ‘’Neden doğdum, rahip efendi?’’ Joaquin yine Abel üzerine çok fazla düşünür ve takıntı yapar. Tek isteği, tek düşüncesi onu geçmektir. Hem de nasıl geçmek! Öyle bir geçmek ki, herkesin adı Joaquin’i anacak olsun ve kimse Abel’in namını bile duymasın. Her şey Joaquin üzerine kurulsun. Bu düşüncelerden dolayı Joaquin, her daim kendi zihninde Abel’i yerer ve bazen de ötekileştirir. Kimdir ki Abel? Vasıfsız, tek düşündüğü ün olan bir ressam. Kin, daha da yoğun olur. ‘’Onu düşünce adamı gibi algılamaya çalışsam da bilinçsizin teki o…”¹⁰ Yine de her zaman Joaquin’in kendisini de takıntılarını da en iyi anlayan, sadece eyleme geçmeyen kişidir Abel. Belki de onu bu konuda suçlayabiliriz, sizce?.. Joaquin ara sıra buz gibi yüreğinde Helena’ya karşı o eski aşkını hissediyordu. Hâlâ geçmemişti o aşk ve geçmeyecekti de, kişiliği kininden dolayı melek bile olsa kimseye âşık olmasına müsaade etmiyordu. Aslında Antonia ve çocuğu olmasa ne yapardı, bir düşünsenize! Kendi yalnızlığında, çaresizliğinde, kininde ve sefaletinde boğulurdu. Nitekim ileride bara gitmesinin sebebi de buydu: yalnızlık. ‘’Yalnızlık acısı çekmemek için gidiyordu. Çünkü yalnızlıkta tek başına kalamıyordu hiç, her zaman ötekiyleydi. Öteki!’’¹¹ Burada da görüldüğü gibi Joaquin kendi zihniyle yetinebilen, bununla mutlu olabilen biri değildir, fazlaca bağlıdır başkalarına. Tıpkı Alejandro’nun yapay kişiliğinin ‘’gösteriş’’ için yaşaması gibi o da bir nevi kendi için değil, toplum için yaşar. Önceden de belirttiğim gibi kini, Şeytan’ı, kötü duyguları ve bundan doğan zayıf aşkıyla doğar. Ona göre aşkının gerçekleşmesi durumunda iyi olup olmaması önemli değildir, önemli olan sadece elde etmektir çünkü Abel’den, ‘’düşmanı’’ndan, bir şey koparacaktır. Neden bu kadar takıntı yapar peki Joaquin? Bunun birçok cevabı olabilir: Küçüklükten beri Abel’in onu (aslında istemeden) ezmesi ve toplumun onu ötekileştirmesi, sevimsiz bulması ruhunda derin bir yara açmış olabilir. Çok fazla düşünecek boş zamanı ve hayatında büyük boşluklar (örneğin Tanrı üzerine düşünmemesi) olduğu için olabilir. Daha önce zihninde aşka önem verdiği ve Helena’ya duyduğu tutkunun cüzzamlı ruhuna iyi geleceğini düşündüğü için olabilir. Tabii, çokça bahsettiğimiz üzere, varoluşunu bunda aradığı ve ‘’kötü kişiliği’’nin bunda yattığı için olabilir. Ayrıca, tüm bunların içinde bağlantılı olanlar da var. Sizce hangisi?.. Abel’in çocuğu Abelin, bir doktor olur ve Joaquin’in yanında çalışır. Onunla çok yakın olur ve babası gibi, hatta babasından daha çok sever onu. Joaquin’in insanlara karşı bakış açısı o kadar çok değişmiş, iyi diyebileceğimiz yönü, ‘’insani yönü’’ o kadar körelmiştir ki onu da Abel’i yok etme tutkusuna alet eder: “Bu çocuk, benim yapıtım olacak! Benim yapıtım, babasının yapıtı değil. Sonunda bana saygı gösterecek, babasından daha çok değerli olduğumu ve tıpta, babasının resmindeki sanattan daha çok sanat olduğunu anlayacak. Ve sonunda onun elinden alacağım oğlunu, evet, elinden alacağım. O benim Helena’mı elimden aldı, ben de onun elinden oğlunu alacağım. Ben ne olacağım, kim bilir? Belki de babasını iyice tanıyınca ve bana yaptıklarını öğrenince sonunda onu yadsıyacak.”¹² Joaquin, bundan sonra kızının Abel’in oğluyla evlenmesini ister. Evlenirler ve bir oğulları olur. ‘’Kanlar birbirine karışınca’’ Joaquin’in içindeki Şeytan yok olur fakat kin yok olmaz. O ünlü İtiraflar’ını yazmaya başlar. Kendini daha çok inceler ve neden bu durumda olduğunu düşünür, durumuna lanet eder, ‘’Niçin bana soğuk davrandılar, sanki zorunluymuşlar gibi? Niçin delidolu tipleri, bilinçsizleri, bencilleri bana yeğliyorlardı? Herkes, herkes benim yaşamımı kararttı. Dünyanın doğal olarak haksız olduğunu ve bana benzeyen insanların arasında doğmadığımı anladım. Bu, bana benzeyen insanların arasında doğmamak benim mutsuzluğum oldu. Çevremi kuşatan o alçakça utanmazlık, o iğrençlik beni yedi bitirdi,”¹³ der örneğin. Haklıdır Joaquin, insanlar onun gibi değildir ve ötekileştirirler onu, üzerine düşünmediler ‘’Neden onu dışlıyoruz, üzülmez mi?’’ diye. İnce bir insandı Joaquin ve herkesin kendi inceliğinde olmadığını göz ardı ediyordu ve acı çekiyordu, kabullenemiyordu ve bunun üzerine gidiyordu. Kindarlığı da bu şekilde ortaya çıkıyordu. Yakınıyordu Joaquin ama hiçbir şey yapamıyordu Abel’e, kendine karşı. Abel de, Antonia da Joaquin’in kızı Joaquina da bir şey yapamıyordu Joaquin’e karşı, kendini kapamıştı çünkü. Aslında bu tür insanların birinin şefkatine ve ‘’kendini anlamaya çalışmasına’’ ihityacı vardır fakat ikisi de Antonia ve Joaquina’da olmasına rağmen Joaquin iyileşmez. Ne diyebiliriz ki buna, kurgu hatası mı yoksa kin ve sadece bir şeye odaklanmanın önayak olduğu bir şey mi?.. Abel ve Joaquin’in torunlarının ismi bile sorun olur devamında. İsmi Joaquin’e bırakırlar ve sonunda, Abel’in de müdahalesiyle, ismi Joaquin olur torununun. Doğduktan sonra, şimdiye kadar oğluna tutkuyla resim yapmayan (hatta hiç yapmayan) Abel, torununa büyük bir şevkle resim yapar. Torunu hep ondan bir şeyler ister, o da yapar ve onu çok sever. Daha sonra Abel hastalanır ve Joaquin de bu haraketlerle ‘’torununu Abel’in çaldığını’’ düşünür. Kin hâlâ ruhuna sahiptir. Abel hasta yatağındayken ondan gitmesini rica eder ve reddedince boynuna sarılır, sarıldığı an da Abel ölür. Bu ölüm Joaquin’i derinden sarsar ve zamanla o da hasta olur. İntikamını alacağı kişi ölmüştür! Kin duyduğu, biliçsiz gördüğü, Helena’sını çalan Abel ölmüştür, kendi öldürmüştür onu hem de! Sonunda Abel, Don Quijote edasıyla, ölüm anında her şeyi itiraf eder, içini döker. Muhtemelen yaşadığı kinle ölen Joaquin Monegro, ileride hatırlanmayacaktır bile. Ne de olsa öykünün ismi bile Abel Sanchez’dir, değil mi?.. Sis’te Unamuno, çoğu kez yaptığı gibi aşk teması üzerinden, hayatın sonluluğunu ve sonsuzluğunu, nasıl yaşamak gerektiğini, yaşamın gerçekçiliğini, rastgeleliğini, bireyin Tanrı’yla ilişkisini ve kimlik arayışını inceler. Tüm bunların hepsini aynı derinlikte incelemese de değindiği konuların, söylediği sözlerin hepsi çarpıcıdır. Amacı düşündürtmek ve karakterin, kendisinin olaylar üzerine neler yaptığını okurun görmesidir. Roman, başkarakterin, babadan varlıklı Augusto’nun, sokakta aylak aylak dolaşmasıyla başlar. Bir yeri bilmeyenler, bilmek isteyenler ya da bilip güzelliğini tekrar görmek isteyenler ‘’dolaşır’’; Augusto ise bilmiyordur, hayatı tanımıyordur ve bu yüzden dolaşarak, rastgele öğrenmeye çalışıyordur. Devamındaysa Augusto bir kadını, güzel Eugenia’yı görüp ona âşık olur. Eugenia ile karşılaştıktan sonra Augusto, kendisinin de dediği gibi, sokaklarda aylak aylak dolaşmaz. Bir şey bilmeden dolaştığı eski zamanlara nazaran artık bir amacı vardır, tutkusunun peşinden gidebilir! Yaşamı, Eugenia’nın ‘’sis’’iyle kaplanmıştır ve bu sis onu sarhoş eder. ‘’Yaşam’’ın ve ‘’yaşamak’’ın ayırdına varmasını sağlar. Acaba gerçekten onun sisi midir bu sis? Yoksa başka bir şeyin sisi mi? Öğrenecek midir bunu? Tüm bunları pek düşünmez Augusto, vurulmuştur ya artık birine, âşıktır ya! ‘’Hemen hemen hepimiz bilinçsizce sıkılıyoruz. Sıkıntı yaşamın temeli; oyunları, eğlenceleri, romanları ve aşkı bulan sıkıntıdır. Yaşamın sisi, tatlı bir sıkıntı, ekşimtırak likör damlatıyor. Bütün bu günlük ve anlamsız olaylar; vakit geçirdiğimiz, yaşamı uzattığımız bütün bu tatlı söyleşiler dünya tatlısı sıkıntıdan başka nedir ki? Ah Eugenia, benim Eugenia’m, yaşamsal ve bilinçsiz can sıkıntımın çiçeği, düşlerime gir, yanımda ve içimde düş gör.’’¹⁴ Augusto her ne kadar içinde fırtınalar kopan, Tanrı’yla çatışan, yaşamını ve varlığını sorgulayan bir insan olsa da oldukça saf ve içtendir. Arkadaşı Victor’a da hizmetçilerine de aşkını hemen söyler, söylemekle de kalmaz, adresini bile verir. Gizlisi saklısı olmayan, belki de olamayan bir avaredir Augusto. Peki neden böyle avare ve düşünce fırtınalarına maruz kalan biri olmuştur Augusto? Paradan mı, can sıkıntısından mı yoksa başka bir şeyden mi? Şüphesiz, Augusto’nun anne babasının anlatıldığı bölüm bunun çok hoş bir cevabıdır, Unamuno da bu bölümle birlikte usta bir gözlemci ve ‘’insanları tanıyan’’ biri olduğunu gösterir. Augusto’nun saflığı, temizliği, aylak aylak dolaşması, zihninden geçen düşünceler (bu, annesinin ona hem bilimi hem de farklı şeyler öğretmesinden de kaynaklanıyor olabilir; tabii zamanla o da bunu geliştirmiştir), kısacası benliğinin büyük bir parçası annesinden ve çocukluğundan geliyordur. Eğer o böyle ebeveynlere sahip olmasaydı ya da annesi bu kadar şefkatli ve eşine bağlı olmasaydı, Augusto’nun da iyi özellikleri (ve bilgilerinden doğan acıları) olmazdı. Aslında Araba Sevdası’nın Bihruz Bey’i de Augusto’ya benzer fakat Augusto çok daha gerçekçidir. Hayatta ikisinin de ‘’elde edeceği’’ çok az şey olmasına rağmen Bihruz Bey çok üzülmez, Augusto ise varlığının içinde sıkışır, düşünür, insanlar hakkında kafa yorar. Bihruz Bey sevdiği kadınla, ‘’aşkla var olur’’, neredeyse onunla hiç konuşmamasına rağmen derin şeyler düşünmez, fazlasıyla ‘’basit’’tir. Augusto aşk ile var olduğunu zanneder sadece, belki de öyledir?.. Zamanla Augusto’nun kendi içindeki çatışmaları da Eugenia’yla olan çatışmaları ve yakınlığı da artar. ‘’Amo, ergo sum! (Seviyorum, o hâlde varım!) Bu aşk, Orfeo, içinde var olma sisinin eridiği ve somutlaştığı yardımsever bir yağmur gibidir. Aşk sayesinde ruhumun bir cismi olduğu bilincini duyumsuyorum ve ona dokunuyorum. Aşk sayesinde Orfeo, ruh da derinliklerine kadar bana acı vermeye başlıyor. Ruhun kendisi, aşktan ve ete kemiğe bürünmüş acıdan başka nedir?’’¹⁵ der köpeği Orfeo’ya ve bu alıntı da onun aşk ile var olduğunu gösterir. Ama aceleci mi davranıyordur, gerçekten aşk ile mi var oluyordur? Var olduğunu hissettikçe ve dokunabildikçe her şeye, hayata; aşk ona daha tatlı gelir. Augusto, Eugenia’yla tanıştığında halası Donya Ermelinda’ya ‘’Ben hayran kaldım Senyora, hayran kaldım! Beni en çok coşturan, ben de olmayan bu güçlü bağımsızlık özelliği!.. evet bu kadın, bu, gereksinme duyduğumbaşka bir kadın değil, bu!’’¹⁶ der. Augusto’nun burada demek istediği şey, Eugenia’yla kendisinin zıt olduğudur. O, kendini kaderine bırakıp her şeyi ‘’akışta sezinlemek’’ isteyen, her şeyi rastgelelik içinde yaşamayı seven biridir (sevmese de alışkındır). Eugenia’yla karşılaşması bir yana, karşılaşmadan önceki ‘’Sağa mı gitsem sola mı?’’ sorusu da bu rastgeleliğin bir göstergesidir. Eugenia ise kendi hayatına sahip, kaderini yönlendirebilen, âşık olduğu bir adam olan (Mauricio’yu seviyordur), ‘’güçlü bağımsızlık’’ özelliğini kendinde barındıran bir insandır. Zaten ileride Eugenia’nın Oblomov’un yakındığı derecede politik olmasından dolayı Augusto öfkelenecektir: ‘’İtiraf etmeliyim ki, tam bir kadın, tam kişilik sahibi bir kadın, korkusuz mu korkusuz! Ya o gözler! Hayır, hayır, beni kandıramaz! Elde edemez beni!’’¹⁷ Augusto, Eugenia’ya âşık olduktan sonra, onun üzerinden (ve belli düzeyde ondan kaçmak için) tüm kadınları fark eder. Evet, ‘’kadın’’ denen bir şey vardır, peki nedir bunlar? Sadece estetik haz veren bir canlı mı? Zeki, kurnaz bir canlı mı yoksa? Augusto tüm bunları düşünüp kadınlardan hoşlanır, sonunda evlerine gelen çamaşırcı kadına neredeyse âşık olur. ‘’O şimdiye dek, daha doğrusu ben, şimdiye dek aptalmışım, pek aptalmışım, sisler arasında yitip gitmişim, körmüşüm… Çok kısa bir süre önce gözlerim açıldı. Sen de görüyorsun ya, bu eve kaç kez geldin, sana baktım ben, ama görmedim seni. Yani Rosario, hiç yaşamamış gibiyim, gerçekten hiç yaşamamış gibi… Aptalmışım, aptal…’’¹⁸ Bu andan sonra içinde bir çatışma yaşanır. Hem ne yapacağına karar veremez hem de amacının aşk olduğuna. Aşk mıdır istediği? Rosario ya da Eugenia mıdır? Yoksa başka bir şey mi? Tüm bu düşünceler onu rahatsız eder, varlık onu sıkar ve sıkar… Mutsuz birini mutlu kılmak için duyulan aşk, gerçekten de kuvvetli bir aşktır. Rosario’nun Augusto’ya olan aşkı da böyle bir aşktır fakat onlar birbirlerine büyük bir tutkuyla bağlansalardı bile mutlu olmayacaklardı belki?.. Çünkü mutluyken de insanın kendi kafa yapısına uygun, yapacağı, söyleyeceği şeyleri anlayabilen insanlarla vakit geçirmesi gerekir, hele ki bu eşiyse. Augusto da bunu kaçırıyordur (belki de kaçırmıyordur, acı veriyordur), onun kafa yapısına uygun kimse yoktur ki! Belki Victor ama bir kadın, yanında olacak, ince zihninden çıkan eşsiz şefkatini, sevgisini (annesi gibi) ona aktaracak bir kadın?.. Augusto da onu anlayabilecek ve onun için çabalayabilecek bir kadın olmadığı için ‘’hasta’’ olur. ‘’—Bu sevgiden başka bir şey değil. —Sevgi mi? Niçin? — Niçin olduğunu bilmek ister misiniz? Size söylersem kızmayacak mısınız? Kızmayacağınıza söz veriyor musunuz? —Hadi, söyle bana. —Peki öyleyse, çün… çün… çünkü siz mutsuzsunuz, zavallı bir adamsınız…’’¹⁹ Ayrıca Unamuno Sis’te, ileride yazacağı öykülerin hepsine göndermede bulunur, yazacağının sinyalini verir adeta. Rosario’nun Augusto’ya ‘’Mutsuz bir adamsınız,’’ deyip onu iyileştirmek istemesi Abel Sanchez’e (orada da aynı diyalog ve durum vardı), Augusto’nun Domingo’ya ‘’Söyle Domingo, bir erkek aynı anda iki ya da daha çok kadına âşık olursa, ne yapmalı?’’ diye sorması ve Domingo’un cevabı İki Anne’ye, yan öykülerdeki ‘’Hiçbir zaman beni sevip sevmediğini söyletemedim ona. Hem evlenmeden önce, hem evlendikten sonra kaç kez sordum bu soruyu ona, her zaman şöyle yanıtladı: ‘Böyle şey sorulmaz, bu bir saçmalık.’’’ ve ‘’Bu kadını görüyor musunuz? Hoşunuza gidiyor mu? Nasılmış? O benim, yalnızca benim, sizler de çatlayın.”²⁰ alıntıları da Yaman Adam öyküsüne selam çakıyor gibi. Unamuno, Sis’te öykü eskizlerini de yapmış. Unamuno’nun Don Quijote tarzı ara öyküleri de pek olmamış çünkü konuyla alakasız, bazıları keyifsiz ve kötü, ‘’anlatılmak için anlatılan’’ ara öyküler olmuş. Onun dışında Unamuno, insanların aklından geçenleri (ya da geçebilecek olanları) gerçekten çok iyi yansıtmış. Gerek karakterler, gerek kişilikleri gerekse düşündükleri ve yaptıkları açısından oldukça ‘’gerçekçi’’ bir roman. Augusto başta olmak üzere ben, gerçekten ete kemiğe büründüğünü hissettim karakterlerin. Bu da Unamuno’un ustalığı olsa gerek. Augusto (ve tabii Unamuno), insanlar arasındaki kaprisleri ve garip oyunları bildiği için kendini bütün olarak adamaz. Sadece ‘’sis’’ini dağıtabilmek, dağıtmaya çalışmak için bir araçtır aşk. Onun tutkuları, düşünceleri, acıları, fiilleri yoğundur; aslında aşkıyla değil, ‘’sis’’iyle var olur. Bunu da Eugenia onu aldattıktan, Mauricio’yla kaçtıktan sonra daha net anlar. Augusto’nun Eugenia’ya olan aşkı aslında tutkulu ya da düşünsel, ‘’gerçek’’ bir aşk değildir. Onunla ilk karşılaşmasından bu yana Eugenia’nın aklını başından almasından, zihnini geri plana atmasından hoşlanmıştır. Evlilik teklifinde de bu net olarak görünür. Sisini dağıtmak için uğraşan Augusto, aşkıyla birlikte daha yoğun bir sise kapılmıştır, yani görevini tamamlayamamıştır. Eugenia’nın mı ‘’Ben neyim, var mıyım?’’ düşüncelerinin sisi mi bilinmez, bir sis kaplamıştır her tarafı, istediği gibi hareket edemez bile bu yüzden. Hem bir kurbağa nasıl düzgün düşünebilir ve hareket edebilir ki? ‘’Sen, sevgili deneyci dostum, onu deney kurbağası olarak ele almak istedin, ama seni deney kurbağası gibi ele alan o oldu. O halde su birikintisine atla, vırak vırak diye bağır ve yaşamana bak!’’²¹ Unamuno’nun roman boyunca bunun bir ‘’roman’’ olduğunu hissettirmesi, göstermesi harikaydı. Victor’la diyaloglar, ‘’nivola’’ ve kendi yarattığı Orfeo’sundan bahsettikten sonra yalnız, tek başına kalan Augusto, intihar etmek ister ve çare bulmak için yaratıcısına, etkileyici biçimde Unamuno’ya gider. Ama o neydi ki? Sadece bir kurgu, Unamuno’nun dediği gibi, sadece bir kurgu. ‘’Ben’’ olmak istiyordu Augusto ama yaratıcısının izni olmadan, onu mutlu etmek isteyip (neden istiyorsa) bahşetmediği sürece nasıl olabilirdi ki? ‘’—Yaşamak istiyorum, yaşamak… ve ben, ben olmak, ben, ben… —Ama sen, yalnızca benim yapmak istediğimsin… —Ben, ben olmak istiyorum, ben olmak! Yaşamak istiyorum!–Ve sesi ağlamaklı çıkıyordu. —Olamaz… olamaz…’’²² Augusto da yaratıcısının acılarının, düşüncelerinin ve aşkının bir kurgusuydu. Onun sonsuzluk isteğinden, varoluş sancılarından, aşk algısından, rastgeleliğinden, sıkıntılarından oluşmuş bir parçaydı. Ne olabilirdi ki o, sonsuz olabilir miydi, yaşayabilir miydi, bir şeyler yapabilir miydi, neden vardı ki?.. “Peki niçin var olmayacakmışım?” diyordu kendi kendine, “Niçin? Bu adamın beni düşünde yarattığını, kafasında ürettiğini varsayalım, ama başkalarının kafasında, yaşam öykümü okuyanların kafasında yaşamıyor muyum? Peki, eğer böyle birçok insanın imgeleminde yaşıyorsam, birisinin değil de, birçok kişinin düşü gerçek olmaz mı? Eğer kurgu yaşamımın öyküsünü anlatan kitabın sayfalarından ya da onu okuyanların düşüncelerinden–şu anda okumakta olan sizlerin düşüncelerinden– fırlayıp ortaya çıkıyorsam, niçin sonsuz bir ruh gibi ve sonsuza dek acı çeken bir ruh gibi var olmayayım? Niçin?”²³ Belki de biz de sadece Tanrı’nın kurgusuyuz, sadece canının istediği bir kurgunun… Ve ben de bu yazıyı yazmak için varımdır belki de? Siz de okumak için? Augusto’nun yaşamak istemesi, yakarması, ölümsüz olmak istemesi, ‘’Siz de öleceksiniz!’’ demesi kendi çatışmalı zihnini, dolayısıyla yaratıcısının çatışmalı zihnini çok iyi gösteriyordu. Okurken de insanı tüm varlığıyla düşündürtüyordu. Unamuno da ölümsüz olmak istiyordu aslında, bunu yaratıcı olmaktan çıkıp bir ‘’nesne’’, okur için sadece kitabın kapağında yazan bir şey değil, artık sezilebilen ve kitabın içinde olan bir varlık olmasından da anlıyoruz. Sis, Unamuno’ya da bulaşmıştı fakat yine de her şey onun elindeydi. Belki de o ne olursa olsun yaratıcı olup unutulacaktı ve Augusto, onun kurgusu hatırlanacaktı?.. Roman boyunca ilk kez Unamuno’nun yanında fark etmişti belki de Augusto: Yaşamın kendisi bir sisti. Bunu fark edince göçüp gitti, belki de yaratıcısı bunu istiyordu. Yine de neydi yaşam? Sahiden, neydi?.. Kaynakça: *(Miguel de Unamuno, Üç Örnek Öykü ve Bir Ön Söz, İş Kültür, çev. Yıldız Ersoy Canpolat, s. 12) ¹(Miguel de Unamuno, Yaman Adam, Can Yayınları, çev. Behçet Necatigil, s. 24) ²(a. g. e, s. 27) ³(a g. e, s. 35) ⁴(Sırasıyla: a. g. e, s. 36-37) ⁵(a. g. e, s. 51) ⁶(Miguel de Unamuno, Abel Sanchez – Tula Teyze, İş Kültür, çev. Yıldız Ersoy Canpolat, s. 33) ⁷(a. g. e, s. 50) ⁸(a. g. e, s. 59) ⁹(Mary Shelley, Frankenstein ya da Modern Prometheus, İş Kültür, çev. Yiğit Yavuz, s. 95) ¹⁰(Miguel de Unamuno, Abel Sanchez – Tula Teyze, İş Kültür, çev. Yıldız Ersoy Canpolat, s. 69) ¹¹(a. g. e, s. 84) ¹²(a. g. e, s. 96) ¹³(a. g. e, s. 122) ¹⁴(Miguel de Unamuno, Sis, İş Kültür, çev. Yıldız Ersoy Canpolat, s. 21) ¹⁵(a. g. e, s. 39) ¹⁶(a. g. e, s. 45) ¹⁷(a. g. e, s. 124) ¹⁸(a. g. e, s. 68) ¹⁹(a. g. e, s. 129) ²⁰(a. g. e, s. 140) ²¹(a. g. e, s. 189) ²²(a. g. e, s. 205) ²³(a. g. e, 208)
Sis
SisMiguel de Unamuno · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20234,834 okunma
··
4.385 görüntüleme
Asya️️‍️ okurunun profil resmi
İnceminiz bir solukta okudum diğer öyküleri daha okumamış olsam da, (o bölümler bana biraz karışık diğer kitapları okumadığım için zorlama geldi) aramak istediğim sis teki boşlukları doldurduğunuz için teşekkür ederim. Hani olur ya incelemelerde müthiş bir kitap okudum der ama nedir müthiş okuduğu içinde ne vardır ne hissetmiştir anlayamazsınız. Kitapta ara öykülere ben de ısınamadım. Emeğinize sağlık.
Fëanor okurunun profil resmi
Evet, Unamuno'nun kötü öyküleri de var fakat karakter tasarıları (örneğin Abel Sanchez, Joaquin, Alejandro) çok iyi. Sis'teki boşlukları da doldurabildiysem ne mutlu bana. Dediğiniz gibi, bazı kitaplar insana tesir eder fakat o "tesir"in tam olarak ne olduğunu algılayamazsınız. Bunun için de incelemeleri ve makaleleri okumak en iyisi. Beğenmenize çok sevindim, vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.