Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Bu yazı Mustafa Adak dostuma ithaf edilmiştir.
Müptela Ortalık sidik kokuyordu. Burnuyla havayı koklaya koklaya izini sürdü kokunun ve buldu. Oturduğu bankta arada bir burnuna gelen kesif sidik kokusunun kaynağı kendi pantolonuydu. Bir saat kadar önce diplerinde keskin, gözleri acıtan bir amonyak kokusu olan tarihi sur duvarına hacet giderirken duyduğu ayak seslerinden irkilmiş, hemen uçkurunu toplamış, tamamen kesemediği çişinin hatırı sayılır bir kısmı pantolonuna akmıştı. Yanının boş kalma sebebinin bu olduğunu fark edince arsızca gülümsedi. Banka iyice yayılıp arkasına yaslandı. Sık sık gelirdi buralara. Semtli olmasa da esnaf aşinaydı. Ne yapar, nerede kalır bilmezdi hiç kimse. Karşı plakçının bol banklı sahili dolduran müziğine ayaklarıyla ritim tutup, sözlerine mırıl mırıl eşlik etmeye başladı. Plakçı genç, babasının tüm çabalarına rağmen okumamış, liseden sonra başladığı baba mesleği plakçılığı askerliğini bitirdikten sonra tamamen devralmıştı. Bırakın çevre esnafını, semtli bile, tezgâhın ardında gizli gizli birasından zıkkımlandığını bilirdi. Tıknaz, sanki sürekli nefes zorluğu çekiyormuş gibi tıslayan bu seyrek bıyıklı gencin sevildiği pek söylenemezdi. Satılmamış en bet sesli plağı yüzüne oturtmuş. Meymenetsizdi suratı. Yüzünde ne kasetini sattığı türkücülerin hüznü ne şarkıcıların vakurluğu ne popçuların neşesi ne de arabeskçilerin kederi vardı. Meymenetsizdi. Bu yüzden sevmezdi kimse. Plakçı, özelikle kafayı bulduğu hafta sonu öğleden sonraları, sonuna kadar açtığı müzikle sahili en damar parçalarla hüzne boğardı. Sanki bu ağır, hüzünlü parçalarla sahil ahalisinin hareketleri de yavaşlar, konuşmalar dil sürçmeleriyle ağdalaşırdı. Her biten parçanın ardından plak yenilenir, birkaç saniye süren iğnenin plak üstündeki ağustos böceği sesi benzeri cızırtısından sonra, yeni bir parça başlardı. Komşu esnafın “Bu keşe birini bulsalar bari. Belki içkiyi bırakır, belki biraz da neşeli parçalar çalardı anasını satiim” yollu dedikoduları, plakçının bu halini bekarlığına bağladıkları şeklinde yorumlanabilirdi. Pikap iğnesinin boşluk alma cızırtısı yine sahili doldurdu. Sonra, sürekli çalınmaktan gerisi de cızırtılı parça çalmaya başladı. Suat Sayın hicaz makamında sesleniyordu. “Yalan gözlerin” Tinerci, parçayı duyunca iyice efkarlanmış olmalı ki, daha fazla dayanamadı, bacaklarının arasına yerleştirdiği gazoz şişesini eline alıp, diğer avucunda tuttuğu bezi ısladı. Yolsuz kaldığı zamanlarda çalıştığı oto yıkamadan arakladığı süet tineri emdi iyice. Şişeyi tekrar ayaklarının arasına koyup burnuna dayadığı süetten derin derin nefeslendi. Yanakları, kaşları, çenesi düştü. Yüzünün kontrolünü kaybetti. Göz bebeklerinin yarısını kapatan göz kapakları, suratına oturan bu uyuşuk ifade, tinerin, parmak uçlarına kadar nüfuz edip tüm benliğini teslim aldığının işaretiydi. Muhtemelen beyni karıncalandı. Belki de araba yıkamada kullandığı süngerler gözünün önüne geldi. Hareketleri daha da yavaşladı, dili ağzında dönmez, şarkıları tekrarlayamaz oldu. Ağırlaşmış başını arkaya yaslayıp gözlerini Ayvansaray’ın Haliç’e nazır bulutsuz, masmavi gökyüzüne dikti. Depoların arasına sıkışmış dar sahildeki tüm banklar tıka basa doluyken kendi bankının neden boş olduğunu unutmuş gibi, uykuya daldı. En azından etraftaki görenlerde uyandırdığı his bu yöndeydi. Bir zaman sonra, rüzgârın hem alnını serinletmesi hem de kulağına getirdiği yeni parçanın gürültüsüyle olsa gerek, kendine geldi, uyandı. Şaşkın şaşkın etrafına baktı. Nerede olduğunu, ne yaptığını unutmuş gibiydi. Kendine gelince durumunu hatırlamış olmalı ki, gülümsedi. Hastası olduğu parça bitmişti. Çalmakta olan yeni şarkıya dudak büktü, sevmemişti. Önce bezdeki uçmuş tineri tazeledi, burnuna götürdü. Sonra yerinden kalkıp, kendine dikili tedirgin bakışlara aldırmadan sendeleye sendeleye plakçıya doğru yürüdü. Kurumuş sidikten arta kalan tuz, pantolonunun önünü kolalanmış gibi kabartmıştı. Sahildeki semtli, bu uygunsuz görüntüye bakmaktan özenle kaçınıyor gibiydi. Plakçının kapısına geldi, içeri girmeden yaslandığı kapıdan, “Moruk be, şu ‘Yalan gözlerin’i bi daa çalsana,” dedi. Plakçı hem gürültüden duyamadığı sesten hem kapısına dayanmış tinercinin varlığından rahatsız olmalı ki, ekşittiği suratıyla, “Ne diyosun lan, toz ol,” dedi. Tinerci, ağzından dökülen sözlerin anlaşılmadığını anlamış olmalı ki, içeri girdi. Tezgâha yaklaşıp donuk gözlerine eşlik eden yüzündeki sırıtmayla, daha yüksek bir sesle tekrarladı. “Moruk be, şu ‘Yalan gözlerin’i bi daa çalsana.” Dükkânın raf olmayan boş kısımları şarkıcı resimleriyle kaplanmıştı. Çoğu kadındı. Kapıdan girer girmez ilk göze çarpan yerde bir kadın şarkıcının resmi asılıydı. Şarkıcının, yanaklarını kapatan perçemleriyle, uzun koyu kahverengi saçları vardı, Yüzünün en güzel yerlerini gizliyor gibiydi bu perçemler. Kocaman, kahve mi ela mı olduğu anlaşılmayan gözleri hüzünlü bakıyordu. Düz karnı, iri, huzursuzmuş gibi sergilediği kalçalarıyla duvara en çok yakışan, arabesk dinleyenlerin en sevdiği bu kadındı. Bu fotoğrafı dükkanda, gözünün en çok değdiği bu noktaya boşuna asmamıştı. Yüzü, içeri dolan kesif sidik kokusundan olsa gerek, iyice ekşidi, elini de sallayarak, “Siktir lan, siktir. Çık dışarı yavşak,” diye bağırdı. En alışkın olduğu şey, bu azarlamalardı. Hemen dışarı çıkıp oradan uzaklaşmazsa başına iyi şeyler gelmeyeceğini biliyordu. Çok tecrübesi vardı aklına kazınmış. Birlik olan esnaftan temiz bir dayak yemek, bunlardan biriydi. Olmadı, karakola düşmek vardı. Önce, bu durumların verdiği alışkanlıkla komuta uyup çıkmak için bir hamle yaptı, sonra kendisi gibi kafa olmuş Plakçıyı gözüne kestirip vazgeçti. Aşağılanmanın da verdiği hırsla hızla içeri girip Plakçıyı iki eliyle, göğsünden, geriye doğru iteledi. Genç adam sendeledi, plak raflarına tutunmaya çalıştı, olmadı, gürültüyle tezgâhın gerisinde yere yuvarlandı. “Ölür müsün çalsan lan lavuk,” derken bir yandan da dağınık tezgâhta bulduğu plağı pikaba yerleştirmeye çalışıyordu. Ayağa kalkan plakçıyı iki eliyle göğsünden itip bir daha yere yuvarladı. Plak çalmaya başladığında plakçı elinde zulasıyla tekrar ayaktaydı. Tezgâhın diğer tarafından savurduğu sopa tinercinin sırtında patladı. Acıya aldırmadan, başlamış müziğin ritmiyle salladığı kafasıyla plakçıya, “Eğer var ya, bu plağı çalma, anam avradım olsun oyarım seni,” diye bağırdı. Plakçı, boş eliyle pikabın kafasını plağın üstünden sıyırıp kaldırdı. Önce pikap iğnesinin cızırtısı duyuldu, sonra müzik tamamen sustu. Kudurmuş bir halde içeri dönen tinerci, belinde sakladığı zulasını çekti, bıçaklı eline havada kavisler çizdire çizdire plakçının üstüne yürüdü. Bıçağı görünce plakçı, tezgâhın diğer köşesine seğirtti, elindeki sopayı tinerciyi tezgaha yaklaştırmamak için sürekli sallıyordu. İyice çileden çıkan tinerci, tezgâhın darlığından sopasına manevra alanı kalmayan plakçının sopasını, vücuduna yediği birkaç etkisiz darbeden sonra elinden kaptı. Tezgâha iyice yaklaştı, normalde bel altı için kullandığı bıçağı, şimdi tezgâhın üzerinden adamın göğüs kısmına salladı. Yukarıdan aşağıya doğru inen keskin metal, önce adamın suratında derin bir yarık açtı sonra da gömleğinin göğüs kısmını parçaladı. Tinerci, fışkıran kanla bir anda ıslanıp, ısınan gözünü koluyla sildi. Bir yandan küfürler yağdırıyor bir yandan da pikabın iğnesini tekrar plağa yerleştirmeye çalışıyordu. “Ölür müydün lan ibne bi kere çalsaydın. Al işte façan da bozuldu!” Plakçının oğlu iki eliyle yanağına bastırdı, canhıraş bir feryatla komşu esnaftan yardım istedi. Kısa zamanda bağırtıya koşuşan esnafın bir kısmı Plakçıya yardım etmeye çalışırken bir kısmı da kendini dükkânın önüne atmış Tinerciyi yakalamaya çalışıyordu. Durumun vahametini anlayan Tinerci, eğer yakalanırsa başına nasıl bir bela geleceğini bildiğinden elindeki kanlı bıçakla bir yandan esnafı tehdit ediyor bir yandan da kaçmak için boşluk arıyordu. Arbedeyi fark edip ayağa kalkmış sahildeki semtli bulundukları yerden devam eden kavgayı seyrediyordu. Duydukları ses, tinercinin kendini korumak için esnafa ettiği, “Siktirin gidin lan ibneler, gelmeyin üstüme, kesmezsem şerefsizim” gibi küfürler değil, bu sesi bastıran, hoparlörden yayılan Suat Sayın’ın sesiydi. “Kalbimde gizli bir sevgi mi arar Gözlerime bakıp dalan gözlerin. Aklıma gelmeyen bilmece sorar Beni hülyalara salan gözlerin, Aşka inanmayan o yalan gözlerin.”
··
53 görüntüleme
Metin T. okurunun profil resmi
Değerli okurlar, ben bu yazıyı Mustafa Adak arkadaşımın başına gelen çirkin bir olaya dikkat çekmek için ona ithaf ettim. Aslında amacım onun kaleme aldığı yazının altına üzüntü duyduğumu yazmaktı. Ne yazısını ne de kendisini bulabildim. Kaldı ki Mustafa Adak’la hayata bakışımız, siyasi duruşumuz oldukça farklı. Birçok konuda fikirlerimiz taban tabana zıt. Belki de tek ortak yanımız edebiyat ve (yazdıklarından, paylaştıklarından anladığım kadarıyla) şiddetin her türüne, ayrımcılığa karşı olmamızdır. Kim olursa olsun bir insanın, sırf farklı düşündüğü için şiddete uğraması benim açımdan asla kabul edilebilir bir şey değil. Profilime bakarsanız #18574416 gibi bir yazıyı paylaştığımı görebilirsiniz. Çünkü ben kendimi böyle davrandığım zaman insan olarak hissediyorum.
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Aziz Erdoğan okurunun profil resmi
Çok sağlam bir öykü olmuş hocam. Elinize sağlık. Vüs'at Orhan Bener sandım bir an yazanı.. Yalan yok.. :)
Metin T. okurunun profil resmi
Oldukça eskiden yazdığım bir öykü. Üstünde düzeltme yapamadım. Yapmadım. Teşekkür ederim böyle düşünmenize. Üstada benzetmenizden onur duydum.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.