On Birinci Kelime: وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
Yani ticaret ve me’muriyet için mühim vazîfelerle bu dâr-ı imtihân olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazîfelerini bitirip ve hizmetlerini itmâm ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelâllerine dönecekler. Ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar.
...
İşte şu kelime, bütün müjdelerin fevkınde şöyle müjde eder ve der ki:
“Ey insan!
Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?
Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi:
*** Dünyanın bin sene mes‘ûdâne hayatı, bir saat hayatına mukābil gelmeyen cennet hayatının; ve o cennet hayatının dahi, bin senesi bir saat rü’yet-i cemâline mukābil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in dâire-i rahmetine ve mertebe-i huzûruna gidiyorsun.***
Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecâzî mahbûblardaki ve bütün mevcûdât-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi‘ gölgesi; ve bütün cennet, bütün letâifiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyâklar ve muhabbetler ve incizâblar ve câzibeler bir lem‘a-i muhabbeti olan bir Ma‘bûd-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezâl’in dâire-i huzûruna gidiyorsunuz.
Ve ziyâfetgâh-ı ebedîsi olan cennete çağırılıyorsunuz.
Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
Ey insan!
Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümâta, nisyâna, çürümeye, dağılmaya, kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip, düşünmeyiniz.
Sizler fenâya değil, bekāya gidiyorsunuz.
Ademe değil, vücûd-u dâimîye sevk olunuyorsunuz.
Zulümâta değil, âlem-i nûra giriyorsunuz.
Sâhib ve Mâlik-i Hakîkî’nin tarafına gidiyorsunuz.
Ve Sultân-ı Ezelî’nin pâyitahtına dönüyorsunuz.
Kesrette boğulmaya değil, vahdet dâiresinde teneffüs edeceksiniz. Firâka değil, visâle müteveccihsiniz.
Saîdü’n-Nûrsî