Ne güzel bir kitap. Hoş tatlı, tadı dimağınızda kalan, ufuk açıcı, kafa dağıtıcı, bilgi verici, akıcı sakin güzel bir kitap. Naçizane 10/10 verdiğim birkaç kitaptan birisi. Üstelik yazarıyla çağdaşız da. Gönül rahatlığıyla, 'hâla yaşayan' bu yazara, kendisi yaşarken kıymet verdiğim için gururlanabiliyorum. Bence önemli bir meziyet. Şu anda Sabahattin Ali'nin ne kadar mükemmel olduğunu söyleyen pek çok insan, aynı dönemde yaşasaydı muhtemelen kendisine 'vatan haini, dış mihrak' diyecekti. Hele Yaşar Kemal. En sevdiği kahramanı İnce Memed olan pek çok insan, 80'lerde, 90'larda Yaşar Kemal'i bir kaşık suda boğabilirdi sanırım. O yüzden diyorum, Orhan Pamuk'u seviyorum. 1940'larda yaşasaydım da Sabahattin Ali'yi severdim. Bu övünülebilecek nadir bir özelliktir.
"Orhan Pamuk nobel aldıysa ülkesini eleştirdiği için alıyordur" diyorlar. Çok kötü bir cümle değil midir bu? Kendinin, kendisinden çıkanın gerçekten de değerli olabileceğini kavrayamıyor. Örneğin Orhan Pamuk, Khaled Hosseini ve Paulo Coelho'nun çok üstünde bir yazar değil midir? Bu nasıl bir kıt bakıştır. Orhan Pamuk çok iyi bir yazar olduğu için Nobel almıştır. Bu ikinci yorum bana göre daha vatansever bir yorum. Vatanımızı, insanımızı sevmek değerlerimizi evrensel bir dil ile aktarmak köyümüzden çıkmadan portakal kesmekten daha vatanseverdir bence.
Bu kitapla ilgisiz giriş çok uzun oldu, çünkü bir kitabı tahlil etmeyi bilmiyorum. Politik çıkarımlar yapmak, dedikodu yapmak, bazı insanları gömmek, bazılarını da aşırı övmek daha bildiğim bir şey olduğu için, giriş sandığınız şey "inceleme"nin kalanından daha bile dolu olacak. Üzgünüm. :)
Yazarımız Orhan Pamuk ağabey ne yaptığını bilen, özgüvenli bir edayla farklı bir tarz denemiş. En azından okuduğum 210 kitaptan farklı bir tarz diyeyim. Olayları karakterler ve nesnelerin ağzıyla anlatmış. Bazen bir para, bazen bir katili konuşturmuş. Şahsen bu tekniği beğendim. Kitaptan aldığınız hazzı arttırıyor.
Bir kurgu kitabında karakterlerin tek düze iyi ya da kötü olması benim için kitabın kalitesiz olduğuna delildir. İyi bir kitapta, dünya klasiklerinde olduğu gibi karakterlerin tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi gel gitlerinin olması gerekir. Aksi takdirde kitaba kendini veremiyor okur. Bu kitapta da karakterle böyleydi. Aynı şekilde kitabın kendisi de böyleydi. Tek düze bir tarih kitabı mıdır, yoksa bir polisiye midir, karar veremiyorsunuz. Bu kitap Nakkaşlar üzerine bir kitap, Osmanlıda oğlancılık kültürü, Tarihi bir polisiye roman gibi türlü türlü konuları birbirinin ayağına basmadan işlemiş. Ama aslında bir şey de işlememiş. Bir konuyu anlatırken bu bir sürü konuyu daha ortaya dökmüş. Dolayısıyla bu kitap da tek düze bir konudan ibaret değil. Karakterleri gibi gel gitler yaşatıyor okura.
Sadece basit bir paranın ağzından anlattığı hikayede bile her parçada o kadar çok detay veriyor ki, o gün yaşayan bir yazar bile o günü bu kadar detaylı ve güzel bir şekilde tasvir edebilir mi acaba diye düşündürüyor. Bir adamın bir odadan diğer odaya geçişini anlatırken adamın tuttuğu kapı tokmağı ile ilgili Timur’dan bir hikaye anlatıp beyninizin içinde pencere içinde pencere açabiliyor. Sık sık bazı kelimeleri ve kavramları araştırmaya yöneltiyor.
Ben bir kitap yazarı olsam ya da yazmayı planlasam bu kitaptan sonra vazgeçebilirdim sanırım. Çünkü Orhan Pamuk gibi yazmayacaksan ne anlamı var ki kitap yazmanın. Bir yerden sonra okur olarak yazara teslim olup artık hiçbir şeye şaşırmamaya başlıyorsun. Orta yerde ‘durun bununla ilgili İran Şahının bir olayı var anlatayım mı’ diyor ve siz de ‘dostum artık her seferinde sormana gerek yok, direkt devam et’ demeye başlıyorsunuz. Akıyor gerçekten. Aslında akmıyor ama akıyor. 500 sayfalık kitapta olay sayısı az, sanırım gün olarak da 10 günlük bir zaman diliminde geçiyor. Ama yazar her olayı tıpkı bir nakkaş gibi başka tarihi menkıbelerle o kadar güzel süslemiş ki akmasa da akıyormuş gibi hissediyorsunuz.
Bence bir kurgu kitap yazarının başarı kriterlerinden bir tanesi de şu olabilir: Bizim gibi sıradan bir okurun, yazarın yazma biçimini kolayca anlayamaması gerekiyor. Çok basit ifade edeyim (tıpkı bütün yorumum gibi): yazarı okurken ‘bak şimdi bu olayı buraya ekledi ki sonrasında şunu şöyle bağlayabilsin, bak bu ayrıntıyı verdi ki şöyle anlaşılsın’ gibi hissiyatlar oluşmamalı insanda bence. İlk defa kitap okumaya başlayan birisinde bu duygu neredeyse hiç oluşmaz. O yüzden ‘basit’ kitaplar bile çok güzel gelir. 3-4 kurgu kitap okuduktan sonra ‘seviyeyi’ yükseltmeden zevk alamamaya başlarsınız. Sanırım bunun zirvesinde dünya klasikleri ve Rus Edebiyatı var. Dostoyevski okurken de çok çok aşmış bir okur değilseniz herhalde yıkarıdaki duygu oluşmaz sizde. İşte Orhan Pamuk’ta da bende şahsen bu duygu hiç oluşmuyor. Biraz okuduktan sonra doğrudan yazara teslim oluyorsunuz. Naçizane Yaşar Kemal, Sabahattin Ali de benim için bu değerdedir. Örneğin Yaşar Kemal’in öğrencisi Zülfü Livaneli’de ise bu yetenek yok. Kitabın birazını okuduktan sonra pek çok şeyi tahmin edebiliyorsunuz.
'Kafirin' rönesansına karşılık, bizim nakkaşlarımızın sessizce köşelerine çekilmesi, padişahı bile zorlayan tekkeler, kahve basan linççi tayfa, batılılaşma mı, batıyı taklit mi gibi pek çok ince konuda da ufuk açıyor kitap. Anlatamıyorum ama hissediyorum. Derinlikli okuyabilenlerin benim aldığımdan çok daha fazla tad alabileceğine inanıyorum.
Sözün özü çok iyi bir kitap bence. Okumanızı tavsiye ederim.
(Bir metinde ne kadar çok 'en', 've', 'ama' ile 'çok' kelimeleri geçiyorsa o metnin kalitesi düşük oluyor. Tıpkı yukarıdaki metin gibi.)