Gönderi

"Peki ama, birbirlerine bu kadar benzediklerine göre, niçin bu kadar var olan var?" diye düşünüyordum. Birbirinin eşi bunca ağaç neye yarar ki? Bunca boşa gitmiş ve inatla yeniden başlayarak yine boşa gitmiş bunca var olan niye? Sırtüstü düşmüş bir hayvanın güdük çabalarını andıran bu uğraşma niye (bu çabalardan biri de bendim)? Bu bolluk, yüce bir el açıklığına benzemiyordu. Tersine, kasvetli, acı çeken, kendi kendinden sıkılan bir bolluktu bu. Şu ağaçlar, şu koca beceriksiz gövdeler.... Gülmeye başladım, kitaplarda anlatılan, o çiçeklenişler, çıtırtılar ve devasa açılışlar ile dolu güzelim baharlar gelmişti aklıma. Güçlü olma isteğinden ve hayat çatışmasından söz eden budalalar da görmüştük. Bir ağaca ya da bir böceğe acaba hiç bakmamışlar mıydı? Kabuğu yer yer kabarmış şu çınar ağacını ya da yarısına kadar çürümüş atkestanesini, gökyüzüne yükselen genç ve acı kuvvetler gibi görmemi istiyorlardı. Ya şu kök? Onu da toprağı paralayan ve besinini ondan koparan yırtıcı bir pençe gibi görmem gerekecekti. Nesneleri bu biçimde görmek olacak iş değil. Yumuşaklıklar, güçsüzlükler derseniz kabul. Ağaçlar salınıyordu. Gökyüzüne doğru fışkırmış mı? Bir çöküş daha çok ağaç gövdelerinin yorgun organlar gibi buruş buruş olmasını, dertop olarak kat kat kara ve yumuşak bir yığın halinde toprağın üzerine çökmesini bekliyordum. Var olmak istemiyorlardı, ama bundan da kaçınamıyorlardı. İşin esası bu. Böylece usul usul, uyuşuk bir şekilde kendi işlerini sürdürüp duruyorlardı. Özsu, damarlarda ağır ağır yükseliyor, kökler toprağa ağır ağır giriyordu. Ama her an, bütün bunları bir yana atıp kendilerini ortadan kaldırmak ister gibi görünüyorlardı. Yorgun ve yaşlı, istemeye istemeye var olmaya devam ediyorlardı. Çünkü ölmek için yeterince güçlü değillerdi, çünkü ölüm onlara ancak dışarıdan gelebilirdi.
Sayfa 198Kitabı okudu
13 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.