Gönderi

Hikâyeyi, Bern Büyükelçisi Taner Baytok'un kitabından özetleyerek aktarıyorum... Bir diplomatımız eşiyle birlikte Selanik'e gitmek için Yunan sınırına gelirler. Sınır kapısından geçiş uzayınca, bir otelde kalmaya karar verirler ve mecburen yolları bir köye düşer. Köyün meydanındaki kahvehanede otururlarken, yan masada, kendilerinin Türkçe konuştuğunu işiten başında eski bir kalpak bulunan yaşlı bir köylü, titreyen elleriyle nargilesinin marpucunu yerine yerleştirir, sandalyesini yeni gelenlerin masasına çevirir ve kendisini tanıtıp "Hoşgeldiniz kızanlar" diye selâm verir. Biraz sohbet ettikten sonra ihtiyar, diplomatımızla eşine köyde geceyi geçirecek yer olmadığını, kusuruna bakmazlarsa, kızı ile birlikte yaşadığı evde kendilerini misafir edebileceğini söyler. Cevaplarını beklemeden de yola düşer. Eve vardıklarında, sesi yettiğince "Kız Sultan! Bak sana kimleri getirdim. Dersaadet'ten misafirlerimiz var, hemen sofrayı hazırla!" diye bağırır. Eve girerler, sofra hazırlanana kadar sohbet ederler. İhtiyar gece boyunca sürekli sualler sorar; İstanbul'a, Anadolu'ya, Kıbrıs'a, Enver'e, Talât'a, Mustafa Kemal'e dair bir sürü sual. Adı aslında Abdullah'mış, ama Yunanlı herşey gibi adını da berbad etmiş ve onu Abdo yapmıştır. Saat gece yarısına yaklaştığında sofra toplanmış, kızı Sultan yatakları hazırlamaya başlamıştır. Fakat bu sırada kapı çalınır, ihtiyar hemen kapıya gider. Karşısındaki iki adamın kendisine Rumca birşeyler söylediğini duyunca, kızına "Kız Sultan! Bu adamlar Rumca birşeyler söylüyorlar anlamıyorum, gel de bak bakalım ne istiyorlarmış" diye seslenir. Kızı, misafirler için köydeki motelde bir oda hazırlandığını, isterlerse gidip orada yatabileceklerini söylediklerini aktarır. İhtiyar, misafirlere danışmaksızın 'hayır' cevabını verir. İhtiyarın Rumca bilmeyişi diplomatımızın dikkatini çeker ve "Abdo! Sen Rumca bilmez misin?" diye sorar. O sertçe "Hayır!" der. Bizimki "Ama nasıl olur, seksen yıl..." diye sürdürürken, ihtiyar hemen sözünü keser ve şöyle der: — Evlat, işgalin bu kadar uzayacağını nereden bilebilirdim ki? Hep gelip bizi ve topraklarımızı kurtaracaksınız ümidiyle yaşadım! Özgürlük ateşini söndürmemek için, ruhlarını diri tutmak için Rumca öğrenmeye bile tenezzül etmeyen dedelerimizin hikâyesi bu. Ümidin hikâyesi, asaletin hikâyesi, o toprakların hikâyesi. "Vardar'ı, Girid'i, Trablus'u, Batı Trakya'yı, Kudüs'ü, Medine'yi bıraktık da ne oldu sanki, bakın bu millet hâlâ yaşıyor" diyenlere diyeceğim şu: Siz buna yaşamak mı diyorsunuz? Ne yazık ki diyorsunuz, diyebiliyorsunuz biliyorum; çünkü sizler bu toprakların hikâyesini dinlemek istemiyorsunuz.
Sayfa 89 - Kapı Yayınları / meşrutiyet hatıraları / bu toprakların hikayesiKitabı okudu
·
1 artı 1'leme
·
20 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.