Çok zengindiler. Güçlüydüler.
Bilgide çok ileriydiler; bilim ve teknolojide müthiştiler.
Diğer insanlarla karşılaştırdıklarında kendilerini çok farklı ve değerli buluyorlardı. Şımardılar; hak-hukuk tanımaz oldular.
Kendilerini her zaman haklı, başkaları ise her zaman haksız bulmaya başladılar.
Durumun farkında olan birisi, gidişatın yanlışlığı konusunda kendilerini uyardı: Yapmayın. Aklınızı başınıza alın. Durumunuzu düzeltin dedi.
Ama söz dinlemediler.
Durumlarını değiştirmeye hiçbir şekilde yanaşmadılar.
Üstelik uyaranı yanılmakla, akılsızlıkla suçlayıp; hak, hukuk, adalet, ahlak gibi şeylerin modası geçmiş saçmalıklar olduğunu savundular.
Uyarıcı, Gidişatınız kötü, düşünceleriniz yanlış; kendinizi mahvedeceksiniz. Felaketin bulutlan üzerinizde dolaşıyor ama görmüyorsunuz, görmek istemiyorsunuz. Felaket gelince hiç olduğunuzu anlayacaksınız; o zaman biliminiz, zenginliğiniz, gücünüz, imkanlannız hiçbir işe yaramayacak dediyse de aldırmadılar.
Saçmalama, bize kim ne yapabilir. Gücümüz karşısında kim
durabilir? Üstelik biz yanlış iş yapmıyoruz; bunlan elde etmek
için nice emekler sarf ettik dediler.
Ve bir gün ufku bulutlar sardı.
Güldüler.
Uyancıya gülüp; sen azaptan bahsediyorsun, halbuki bunlar
rahmet dediler.
Ama yanıldılar; rahmet dedikleri felaketti.
Bir anda her şey alt üst oldu.
Sanki tüm yaşananlar bir hayaldi.
Kendilerinden geriye hiçbir şey kalmadı.
Hiç yaşamamış gibi oldular.