Çocuktum, Sunay Akın hikayeler anlatırdı televizyonda o ne ses, o ne his.. Yaşatırdı hikayeyi. Modern bir Dede Korkut'tu bizim için. Hala anlatıyor belki. Ama biz çocuk değiliz yazık. Ve zamanımız bize ait değil.. Çocukken mutlaka bir yerde Sunay Akın'a denk gelirdim. Şimdi ?
Radyo tiyatrosu dinlerdim uyuyamadım mı. Hepte polisiye hikayelere denk gelir iyice korkar uykum kaçardı. Oysa bir düğme değil mi ? Bas kapat. Bir şey tutardı işte beni, elim gitmezdi. Çocukluk hep çocukluk..
Büyüdük. Çok değil tabi. Ama çocuk değiliz işte. Yitirdik bir çok şeyi. Sevdiğimiz artistlerin hepsi öldü. Onlarla beraber bizde de bir şeyler öldü. Biz o filmleri sadece izlemez içinde yaşardık. Ağlayanla ağlar, gülenle gülerdik o filmlerde. Ya çok gerçekçiydiler, ya da biz o filmlerde yaşayabilecek kadar saf temizdik.
Büyük Budapeşte Oteli'ni izlediğimde yine öyle hissettim. Çocukça bir hissiyat yani.. Ve herkesin bağlantılandırdığı gibi Zweig'in kitapları gibiydi film. Önünde bir film değil gizemli bir matruşka açılıyor gibi..
Hikaye içinde hikaye. Hayat içinde hayat, bazen ölüm içinde bile ölüm var. Değişede biliyor elbet. Ölüm içinde hayat, hayat içinde ölüm, ayrılık içinde kavuşma olduğu gibi. Tanrı kombinasyonları mı seviyor ? Yoksa Mao'nun dediği gibi çelişki değişmez bir gerçeklik midir emin olamıyorum.. Bir çok şeyden emin olamıyorum ne yazık..
Bazen, her zaman değil ama, bir anda hiç bir şeyde tad tuz kalmıyor. Uyumak uyanmak, aç olmak tok olmak, sıcak soğuk, bazı fiziksel acıları bile hissetmez oluyorum. Hayat bazen tuzu atılmamış bir yemek yavanlığıyla üstüme geliyor. Ve gidecek pek bir yerim yok. Alper Gencer'in şiirinin en sevdiğim kısmıydı "Benimde bu dünya da ödünç bir kapım var". Benim kapım..
Kapılar ve pencereler hep dikkatimi çekmiştir. Bir kapı ve bir pencere hem dış dünyayı size kapatır, hem sizi dış dünyaya.. Bir fotoğraf görmüştüm. Mardin'de bir kapının fotoğrafı. Ve üzerinde "neden eve dönmekten ibarettir hayat" yazılı. Ne anlamlı. İçimde sana açılan, bana kapanan kapılar.. Bir kapı kadar uzağızdır birbirimize. Ama çalamıyorsak kapıyı ?
Kapılarda paspas varsa, süpürülmüşse merdivenler biri vardır orda. Mutlak biri. Önünde katlanan tabureler olur bazen. Yaşamaktan yorgun bir hayat gelip otursun, hayatı izlesin diye akşam üzerleri. Küçüktüm, katlanan taburelerin, hep bir şeylere katlanmış dertli eşyalar olduğunu düşünürdüm. Çocukluk işte. Asıl katlananlar, o taburelere oturanlar. Büyüdükçe öğrendim. Büyümekle iyi etmedim..
Belki bir kapı değilde bir pencere kadar uzağız birbirimize. Bir pencereden de girilebilir bir yere, kapılar tutulmuşsa hele.. Pencerelere ne demeli ? Bir şey dememeli pencerelere. Onlar hem evlerin hem sokakların gözleridir. Pencerelerde sardunyalar duruyorsa rengarenk, bu hayat belirtisidir. Sardunyalar anne kokar şefkat belirtisidir. Bir hayatın daha yaşandığının kanıtıdır. Tanısan sende severdin sardunyaları.
Ve bilmiyorum içimde bu sana açılan kapılara kilit mi vurmalı ? Sonra o kilidi götürüp mezarlıktaki büste mi asmalı ? Tıpkı Büyük Budapeşte Oteli filmindeki gibi..