Gönderi

MUHAMMED FAZIL PAŞANIN BAĞDAD'DAKİ HAYATI VE HAYVANLARA MERAKI Babam, pek az zamanda bir çok dostlar edinmiş, tevazu, güzel ahlaki, cömertliği ve mertliği ile kendini herkese, her millete sevdirmişti. Hele zeki Araplar onun ne cevher olduğunu çabuk anlamışlardı. Meraklı olduğu bir çok hayvanları toplamış, at ve kısraktan başlayarak bir çift Arslan, bir kaç kaplan, bir çift dağ ineği, dağ keçileri, dağ eşekleri, zağırlar, tazılar sürü ile vardı. Av kuşları iki cins: şahin dedikleri ceylân avlar. Diğer cinse de (Baz) deniyor ki o da büyük kuşlar avlar. Turna, hubara gibi. Şahinlerin kıymetli olanı (Hur) dedikleridir ki daha küçük iken yuvadan alınanlar. Havada tutulanlara o kadar kıymet verilmez. Bu kuşlarla olan avları zevkli bulurlar. Fakat terbiyeleri uzun ve güçtür. Bu hususta hem avlarını hem de nasıl terbiye edildiklerini anlatmak isterim: Şahinleri terbiye etmek, et parçası verilmekle başlanır. Sonra ceylân kafasına geçilir. Şöyle ki: bir iki gün gayet az et vermekle aç bırakılır. Kuşçu şahinin ayağına uzunca bir kayış bağlayarak kolunda tutar. Karşısında durmakta olan diğer bir kuşçu ise; elinde tuttuğu ve kafasına et parçası bağlı olan ceylân başını sallayarak ve şahinin ismini söyleyerek göstermeye çalışır. Şahin kolunda olan kuşçu o zaman derhal şahinin süslü başlığını başından çıkarır. Şahin, kolundan uçarak sallanan kafaya yapışır. Bağlanmış eti yerken, kuşçu saklamış olduğu büyük bir parça eti kuşa verir. Bu terbiye böyle bir, iki hafta devam ettikten sonra, bir ceylân satin alınır. Ayağına uzunca bir ip bağlanarak sahaya salverilir. Şahine de bir kaç gün gayet az et vermekle aç bırakılır. Gözleri av zamanlarında dâima süslü sırmalı, rengârenk püsküllü başlıklarla kapalı olur. Ceylân salverilince, başlığı başından alınır. Kuş; ceylânı görünce tâkip etmeye başlar. Havadan hızla inerek ceylânı bir kaç defa göğüsler. Hayvan yuvarlandıktan sonra başına konar. Kuşçular derhal yetişir ve hazırladıkları eti verirler. Bir müddet de böyle devam edilir ve şahin de artık terbiye edilmiş olur. Sonra ceylâni bağsız olarak çöle salıverirler. Şahinin de başlığı alınarak serbest bırakılır. Ceylânı görünce tâkip etmeye başlar. Yetişir yine ceylânı bir kaç defa göğüsledikten sonra kafasına yapışır ve tırnakları ile sımsıkı tutar, kanaları ile de başına vurarak tazıları bekler. Tazılar yetişince biraz öteye uçarak yere konar. Kuşçuları beklerken avcılar da yetişirler, ceylâni şahinin önünde keserek en iyi et parçasını ona verirler. Avcılar ava çıkmadan bir kaç gün şahinlere gâyet az miktarda et verirler. Fakat mideleri boş kalmasın diye (yünü) yuvarlatarak yuttururlar. Katiyen doyurmazlar, midelerinin boş kalmaması bu suretle temin edilir. Baz av kuşuna gelince; avları eğlencelidir derler. Hele (Hubara) ile havada vüşmeleri uzun çeker. Baz, Hubarayi görünce kovalamağa başlar, Hubara kaçıp kurtulmak isterse de baz; peşini bırakmaz. Kurtulamayacağını anlayınca, tüylerini kabartarak karşı gelir. Bir müddet bir birinin üstüne çıkarak dövüşürler. Hubaranın kurtuluş silâhı pisliğidir. Son bir gayretle Baz'ın üstüne çıkarak mütemadiyen pisliği ile Baz'ın başını, kanatlarını ıslatıp uçamayacak hale getirmek ister. Fakat zavallıyı Baz yine yakalayarak avlar. Yaz geldi mi artık istirahat zamanlarıdır. Yazın Bağdat çok sıcak olduğundan kuşlara mahsus büyük bir çardak yaptırilir. Pencerelerine (Agul) dedikleri dikenden tenteler asılır. Daima ıslak dursun diye üzerlerine kovalarla su dökülür. Kuşların önlerinde ayrı ayrı ufak havuzlar vardır. Tazılarla kuşlardan ayrılmaz, yazın sıcağını bu çardakta geçirirler. Bunların hepsinin hususi bakıcıları vardır. Babam, sabah akşam, hatta geceleri misafirler gittikten sonra da ata binerdi. Sabah, gün doğmadan uyanır, ata biner, aile efradı kahvaltı ederken döner, bizimle birlikte kahvaltı ederdi. Babamın kahvaltısı daima iki rafadan yumurta, bir fincan süt ve ince bir dilim ekmekten ibaretti; gayet az yemek yemesine rağmen bu kadar enerjik ve yorgunluk nedir bilmez ve ayni zamanda böyle büyük bir kuvvete sahip oluşuna şaşardım. Ömründe diş ağrısı çekmemiş, ve ağzında bir dişi eksik değildi. Bizim dişlerimiz ağrıdığı zaman «Bu nasıl şey» diye bize sorar ve çok acırdı. Ben de bazen düşünürdüm, dişlerinin bu kadar sağlam oluşu, çok kuvvetli olmasından ileri geliyor, yemekte az yerdi. Aşçısı Bağdat'ın en iyi aşçısıydı. Çok zaman yemekleri beğenmez, peynir zeytin ister onunla iktifa eylerdi. Bütün gayesi ev halkının ve adamlarının doymaları ve memnun olmaları idi. Bir gün nasılsa aşçıya hiddet etti. «<Söyleyin aşcıya paşa yemek yemedi, niçin yemekleri bu kadar bozmuş». İdareye bakan kalfa aşcıyı çağırır ve söyler. Aşcı «Söyleyin Paşaya rica ederim Tarmaye çıksın» der.(Tarma : Bağdat'daki evlerin orta avlu, dört tarafı teras ve terasların arkası odalar ve bütün oda kapıları bu terasa açılır.) Fâzıl Paşa da yemek odasından tarmaya çıkar. Aşçı başı da on onbeş kişinin etrafına oturabileceği kadar büyük bir tepsi içinde tepeleme doğranmış sebze, pirinç ve ona göre yağ ve saireyi içeri iter, «Paşam koca asker kazanında pişirilen bu kadar malzemeli yemek nasıl lezzetli olabilir. Emir edin size ayrı yemek pişireyim»> der. Fâzıl Paşa, aşcıya cevaben: «<Katiyyen olmaz, sakın ayrı pişireyim deme, onların yediklerini biz de yemeğe mecburuz>> der. Babam evi ne kadar kalabalik görse o kadar hoşlanırdı. Evinde birçok vazifeli vazifesiz adamlar vardı. Kuşcular, köpekciler, Atlara, kısraklara ayrı ayrı seyisler, orta işçileri ve bir çok Da- ğıstanlılar vardı. Vazifeleri yalnız babamın arkasında ata binmekti. Bir de Arslanlara bakan Bulgar Kosti vardı. Bazı geceler domuz avına çıkar, sabaha karşı dönerdi. En çok hoşlandığı tilki, tavşan, domuz ve zağarlarla kuş avlarıydı. Şahin ile ceylan avlarını oğluna bırakmıştı. Zira, seyrine tahammül edemiyor, acıyordu. Bir gece ava çıktığı sırada, iki buçuk yaşındaki oğlu Davud'u da uykudan uyandırarak ava götürdü. Hava soğuk olduğundan Davudu, giydiği Dağıstan yamçısının altına alıp kucağında tutar. Bir kaç saat gittikten sonra çocuk: «Paşa baba, şimdi herkes güzelce yatağında uyuyor» der. Babam: «Demek senin uykun var oğlum, haydi dönelim öyleyse>> deyip eve gelirler. Bu hatırayı hiç unutmaz (Davut küçükken bir gece böyle söyledi) derdi. Oğlunu daha çok küçük yaşta iken ata bağlayarak binicilik öğretmiş ve onbir yaşında iken yarışa sokmuş, Davut da (Can- teymur) (Babam, (Canteymur) ismindeki bu atı, bir tarihde Bağdat'a tayin olunan müşir Tatar Feyzi Paşaya hediye etmişti. Feyzi Paşa, bir müddet sonra Medine- deki İbnel Suud İbnel Reşid mücadelesinin halline memur edilmişti. Bu vazifeye giderken (Canteymur) u da götürdü. Bilâhare oradan İstanbul'a hareket ederken yolda at kaçmış ve Gazi Muhammed Paşanın evine sığınmış. Bu durum karşısında Feyzi Paşa atı istememiş. Babama yazdığı bir mektupta (Hayvan mübarek şehrinden ayrılmak istememiş olacak ki, sahibinin eniştesinin evine kaçmış. Artık aldıramam) diyordu. Daima muhabere ederlerdi.) ismindeki atla birincilik kazanmıştı. Evlâtlarının küçük yaşlarında söyledikleri sözlerden hoşlanır, bunları unutmaz ve daima tekrarlardı. Bir gün, babam, atına binip kıra çıktı. Zaten sabah akşam ata binerdi. Ben küçüktüm, kardeşlerimle oynarken birden (bakın) dedim: (Babamın karşı- sına bir domuz çıkacak. Babam onu tabancasıyla vuracak. Amma domuz ölmeyecek, yaralanarak babamın üzerine saldırıp atın ayaklarını yaralayacak. Fakat babam ona birkaç defa ateş ettikten sonra öldürecek). Kardeşlerim hemen koşup anneme söylediler. Evde herkes beni azarlıyordu. Ve (sus, ağzını hayra aç) diyorlardı. O sırada babam geldi. Hepsi birden beni babama şikâyet ederek sözlerimi anlattılar. Babam, hayret içinde, dedi ki: «Aynen böyle oldu, atımın ayakları yaralandı, az daha hayvanın karnı yırtılacaktı. Gel kızım, anlat bakayım, bunu nasıl hissettin?»> Ben de korku ve teessür içinde : - - «Ne bileyim Paşa Baba? İçimden öyle bir his geldi»> dedim. Babam: - «Bu kız tuhaf, acaba her söylediği böyle doğru çıkacak mi?>> diyor. Artık evde bazı hanımların kız mı oğlan mı doğuracaklarını benden sorarlardı. Ben de ne söylersem hakikat çıkardı. Neden- se benim bu halim babamın pek hoşuna gitmişti. Daima dostla- rina hâdiseyi anlatır, ve <<Benim bir kızım, evde böyle bir şey olacağını söylemiş ve o gün söylediği hâdise aynen vaki olmuştu»> derdi. Bir akşam, babam atlı, bizleri de arabaya bindirerek yarış yerine götürdü. Kendi arkadaşlarının yanına gitti. Ben de, annem kardeşlerimle arabada oturuyorduk. Yarış meydanından bize doğru bir bey geliyordu. Yaklaştı yanımıza geldi. Ve: - «Babasına fal açan hangi kızdır?» diye sordu. Kardeşlerim: «Bu, bu» diye beni gösterdiler. Bey arabanın içine başını uzatarak, suratıma hızlı bir tokat attı. Ve bu sözleri ilâve etti: «Sakın bir daha babana böyle çirkin fena fal açma.»> Ben şaşırmıştım. Ağlamamak için kendimi zor tuttum, yanağım yanıyor hem de çok acıyordu. Babam yanımıza geldi. Ben, adamın yaptığını ağlayarak anlatıyordum. Fakat babam gülerek dedi ki: - <<Sana bu tokadı atan kimdir, biliyor musun? O Fransız Konsolosudur. Ver şimdi o acıyan yanağından ben öpeyim» diyerek beni okşadı.
·
87 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.