Gönderi

256 syf.
10/10 puan verdi
https://balkandays.blogspot.com/2024/02/fahreddin-pasa.html
Tarih okumalarına başladıktan sonra ilk farkındalığım “yazılı-resmi tarih” ile “gerçek-yaşanmış tarih” in büyük bir kısmının farklı olduğu, bu nedenle o zamanlara şahitlik edenlerin, varsa hatıratları ya da eserlerinin tarihi bir veri olarak okunması gerektiği oldu. Feridun Kandemir’in eseri de Osmanlının son dönemini anlatan bu tür eserlerden. İçinde bulunan tarihi vesikalar eserin güvenilirliğini artırırken, öte yandan yazarın kendi bakış açısından yansıttığı bölümleri de bilinçli bir şekilde okunmak gerekir. Maalesef şu gerçeği de kabul etmek gerekiyor ki, ülkemizin arşiv belgeleri üzerinden tarih yazımını yapacak tarihçilere ihtiyacı var. Bu kitabın benim açımdan önemi; Ortadoğu kitaplarında sürekli okuduğum Arap İsyanları ve Şerif Hüseyin’in ihaneti vakasının Osmanlı’da yansımalarının nasıl olduğunu görmek oldu. En azından bir kısmını. Tabi burada baş rolü isyancılara karşı kutsal toprakları ve Medine’yi kelimenin tam anlamıyla sonuna kadar savunan Fahreddin Paşa alıyordu. Bu eser yazarımız Feridun Kandemir’in Medine’de Kızılay Hastanesi’nde vazifeli olduğu yıllardaki şahitliklerinden oluşmuştur. Hacimli lakin okuması kolay ve bilgilendirici bir eserdir. “Ömer Fahreddin (Türkkan) Paşa 1868’de Tuna Nehri kıyısında Rusçuk’ta doğmuştur. Fahreddin Paşa öğrenimine Rusçuk’ta başlamış İstanbul’da devam etmiştir. İstanbul’da Harp Okulu’ndan 1888’de birincilikle Süvari Teğmeni ve Kurmay Okulundan 1891’de çok iyi derece ile çıkmış ve Kurmay Yüzbaşı olmuştur. 12 Kasım 1914’te ise Paşalığa terfi ettirilmiştir.” “Birinci Dünya Savaşında, emsalsiz yiğitliğimizi ispat ile cihanı hayrette bırakan Çanakkale Zaferi gibi bir de Medine Müdafaası vardı ki, başlı başına gerçek bir iman, eşsiz bir selâmet destanıdır. Hicazı, Haremeyn’i, Mekke ve Medine’yi bırakmamak, ay yıldızlı al sancaktan ayırmayıp, sonuna kadar savunmak için, uçsuz bucaksız çöllerde peyda oluveren birbirinden insafsız, birbirinden azgın ve kuvvetli düşmanlarla, yoksulluklar içinde çarpışa çarpışa şehit olan Mehmetçiklerin, kanlarıyla sulayarak yazdırdıkları bu destan anlatılamaz.” Zira bu destanın da nesillere aktarılması adına işe koyulan Feridun Beye, Fahreddin Paşa şöyle diyecekti: “Bana bak, Medineli, demişti, boşuna kendini yorma. Hiç kimse bana: “Bir zamanlar şöyle yaptım, böyle ettim” dedirtemez. Ne yapılmışsa, bütün vesikalarıyla tarihe bırakılmıştır. Ne diyeceğini kestirerek, konuşacak olan ancak odur.” Şimdi kitabın sayfalarını karıştırmaya devam edelim: Bazı şeyleri padişah da olsanız geciktirebilirsiniz belki ama maalesef çoğu zaman engelleyemezsiniz. Sultan Abdülhamid Han devrinde Şerif Hüseyin ve ailesinin tam 17 yıl İstanbul’da göz önünde bulundurulup “misafir edildiğini”, fakat 1908 sonlarında serbest bırakılarak Hicaz’a döndüklerini, biliyor muydunuz? “İstanbul’dan ayrıldığı andan itibaren bir taraftan devleti aldatıp gönüllü toplayacağım diye 60.000 altın alan Şerif Hüseyin ve 4 oğlu bu paralarla topladığı gönüllüleri devletin aleyhinde hazırlamış, bir taraftan da Fransız ve bilhassa İngilizlerden hesapsız para ve silah alarak devleti arkadan vurmak için teşkilatlanmıştı.” Aynı tarihlerde Cemal Paşa’nın hala anlayamadığımız “Kanal Taarruzu” hevesi de maalesef ki Şerif Hüseyin ve oğullarına alan açmıştır. Lakin tam bu noktada esere şerh düşmek isterim. Zira ilerleyen sahifelerde bu isyan çok daha fazla dillendirilmekte ve bütün Arap halkı zan altında bırakılmaktadır. Aksine bunun hiç kimseye faidesi olmadığını günümüzde yakinen müşahede etmekteyiz. Bütün oyun ve hilelere ve hatta İngilizlerin de desteklerine rağmen bu isyana katılanların sayısı 1000-2000 civarındadır. Bu isyan olurken birçok Arap’ın Çanakkale dahil çoğu cephede Osmanlı adına mücadele verdiğini unutmamak gerekir. Burada yeri gelmişken “Çanakkale Destanı” na değinmemek olmaz. Çanakkale zaferini Hicaz’dayken öğrenen Mehmet Akif Ersoy meşhur “Çanakkale Destanı” nı da mübarek topraklarda yazmıştır. “Gariptir ki, Mehmet Akif, Çanakkale Zaferi’ni Hicaz’da, Medine yolunda bulunduğu sırada Enver Paşa’nın müjdesiyle haber almış ve o meşhur Çanakkale Destanı’nı yine orada yazmıştır. Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imanından başka, neye güveniyorduk? Akif o gece işte bunları düşünüyor ve bu Mehmetçik neslinin maddi ve manevi terkibini gelecek nesillere anlatmadan, canını almaması için Allah’a yalvarıyordu. Akif, çölde, o ıssız, susuz kum deryasının bir köşesinde, âdeta hıçkıra hıçkıra Çanakkale destanını işte böyle yazmıştır”: “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor, dördü beşi, –Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya– Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehasşüd ki ufuklar kapalı! Nerde –gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı” Dedirir– yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahud kafesi! Eski Dünya, Yeni dünya, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklimi cihân duruyor karşında, Avustralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hadise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... “Ve Akif, bu şekilde saldıranlarla yapılan müthiş savaşı uzun uzadıya anlatarak sonunda Mehmetçiğe, yine göz yaşlarıyla, hıçkıra hıçkıra şöyle hitap ediyor”: Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitap... Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. “Bu taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına; Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; .... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.” Bu isyan esnasında Mehmet Akif Ersoy’un Medine’ye oradaki diğer aşiretlerle görüşmek üzere bugüne kıyasla çok önemli bir diplomatik görevle gönderildiğini yine kitabımızdan öğreniyoruz. Akif’ten bahsettik mi sayfalar işte böyle uzar gider. Son olarak Fahreddin Paşa’dan da bir iki anekdot aktarmak lazım gelir. “1914 yılı sonlarından itibaren Ordu, Hicaz Tümeni’nin, Hicaz’da yalnız zayıf bir alay bırakarak, Mısır Seferine katılmak için Maan’da toplanmak üzere, Tümen karargâhıyla beraber Mekke’den hareket etmesini bildirdi.” “Orduca durum şöyle muhakeme edildi: “Mekke Emirinin Hükümet ile münasebetlerinin iyi olmadığı bilinmektedir. Emir’den şüphelenilmektedir. Fakat Emir, isyan ve İngilizlerle ittifak edecekse, Hicaz Fırkası bunu menedemez ve isyan vukuunda fırka, her tarafla haberleşmesi kesilerek mahsur kalır ve ne karadan ne denizden kendisine yardım etmek ve erzak göndermek mümkün olmayacağından felakete uğrar.”!!! “İşte 4’üncü Ordu Komutanlığının böyle yanlış durum tartışmaları sonucudur ki Şerif Hüseyin isyanının patlamasına imkân vermiş ve isyan başladıktan sonra da bastırılmasına imkân vermemiştir. Suriye ve Filistin Cephesindeki büyük sevk ve idare hataları ile de Türk ordusunun ağır zayiata uğramasına ve yenilgisine sebebiyet vermişti. Şöyle ki; herhangi bir isyanın her zaman bastırılması mümkün olan Hicaz vilâyetinden, muhtemel bir felâkete uğratılmaması için bir tümen çekiliyor.” “Şerif Hüseyin’in isyan edeceği bir ihtimal olarak görülse bile; Kanal ve Mısır Seferine katılmak üzere 1500 gönüllü toplamasına nasıl müsaade edilir ve bu maksatla iki kez 60.000’er altın nasıl verilir? Yine bu maksatla nasıl olur da 4’üncü Ordu Karargahı’nda bulunan Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a, 1916 Mayıs’ında, sözde biraderi Ali Bey’le ve gönüllülerle birlikte gelmek üzere Medine’ye gitmesine ve açıkçası kaçmasına nasıl müsaade edilir?.. Bütün bu hususlarda Şerif Hüseyin ve oğullarının sözlerine nasıl inanılır da istekleri yerine getirilir.” “Emir’in isyanı söz konusu olduğuna göre, bütün önemin Mekke’ye verilmesi gerekirdi. Yılanın başı ancak Mekke’de ezilebilirdi. Böyle olduğu halde tersine Mekke boşaltılmıştır.” “Hicaz’da, Şerif Hüseyin isyanı 10 Haziran 1916’da başladı. Mekke’deki Türk garnizonu mukavemet ediyor ve Ceyad Kalesi’ndeki toplarla Mekke’yi ateş altına alıyorlardı. Mekke Türk garnizonu yiyeceklerinin tükenmesi sonucu 9 Temmuz 1916’da tamamen teslim oldu.” “Oysaki Şerif Hüseyin’in isyanına inanılmıyor ve maslâhatcı bir idare tutumu sürdürülüyordu. Nitekim Cemal Paşa, anılarının 199’uncu sahifesinde şöyle diyecekti: “Ben bu müracaatın benim elimden kaçmak maksadına dayandığını hemen anlamış olmakla beraber, mademki bir kere Şerif Hüseyin ve oğulları tarafından aldatılmaya başlamıştım, bu aldanmakta nihayete kadar gitmeyi tercih ediyordum. Bir müddet düşündükten sonra, peki size izin veriyorum, gidiniz dedim.” “İşte bu yanlış düşünceler ve davranışlar sonucudur ki, Şerif Hüseyin isyanının önlenmesine ve isyan başladıktan sonra da bastırılmasına imkân olmamıştır.” “Cemal Paşa anılarında (sahife: 200): “Şerif Hüseyin’in isyan edeceğine ait şüphelerimi Fahreddin Paşa’ya söyledim ve talimatı hafiye verdim” diyor. Oysa bana verilen talimat, Şerif Hüseyin’in isyan hazırlığına ait mevcut haberlere inanmadığından bu hususu gizlice yerinde tetkik etmekliğimden ibaretti.”!!! “Olayda Cemal Paşa’nın, Enver Paşa ile olan rekabeti, Medine’ye gerekli ve mümkün askerî ve malî (altın para) yardımının yapılmamasında önemli bir rol oynamış ve böylece imparatorluğun parçalanmasına yol açan tarihî büyük bir hata işlenmişti.” “Medine’de Fahreddin Paşa hükümetin emirlerine ve İngilizlerin tazyiklerine rağmen yetmiş güne yakın bir zaman teslim olmamakta inatla, âdeta yedi düvele meydan okumuştu. Fakat şimdi teslim oluyordu. “Olmam, olmam, asla olamam” diye son dakikaya kadar direten Fahreddin Paşa’nın, sunulan şeriatnâmeyi kabul etmek zorunda kaldığı anı bir düşünün. O dev yapı sanki birdenbire eriyivermişti.” “Fahreddin Paşa esir alındıktan sonra, Mısır’da Kasır el-Nil Kışlası’nın bir odasında, süngülü nöbetçi muhafazasında 7 ay hapis tutulmuş ve sonra Malta’ya götürülmüştü.” “Buna karşılık, Mekke’de teslim olan Galip Paşa, Yemen’de teslim olan Ali Said (Akbaydoğan) Paşa ve Asir’de teslim olan Muhittin Paşalar, İngilizler tarafından Mısır’da bir köşkte misafir ediliyor ve serbestçe dolaşıyorlardı. Bunlar İstanbul’a gitmek üzere serbest bırakılırlarken, Fahreddin Paşa ise Malta’ya götürülüyordu.” … İstanbul’da Aşiyan Mezarlığında metfun Fahreddin Paşa’nın ruhu şad olsun… *Tırnak işareti içinde olan cümleler kitaptan alıntıdır.
Medine Müdafaası / Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa
Medine Müdafaası / Çöl Kaplanı Fahrettin Paşaİsmail Bilgin · Timaş Yayınları · 20211,878 okunma
113 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.