Gönderi

Madem öyle, Asrın Tok ve Diamond Tema tartışması hakkında ikisini de reddeden ve bir çırpıda söyleyebildiğimiz kısa bir değerlendirme yazalım. Önce herkesin kabul edeceği şu zorunluğu belirtelim ve buna dayanarak ilerleyelim: Şeriatı tartışmak isteyenlerin, önce şeriatın kendisi her ne ve nasılsa onu öyle anlaması ve ancak bundan sonra değerlendirmeye gitmesi gerekir. Şimdi bu zorunluluğu gözönünden hiç ayırmadan ilerleyelim: Hadis kitapları okumak, Kur'andaki sözleri okumak, dilsel çalışmalar yapmak ve benzeri düzeydeki araştırmaların hiçbiri şeriatı her nasılsa öyle olacak teşhis etmek demek değildir, sadece teşhise imkan veren bir hazırlıktır. Bir şey, asgari olarak, hangi varlıksal dayanakla ve hangi ihtiyaçla tesis olunmuşsa, ancak onlarla "kendisi" olarak var olur, ve ancak onlara vakıf olunduğunda "kendisi" olarak teşhis edilmiş olur. Bu genel bir hükümdür. Buna göre, şeriatın varlıksal dayanağı ve giderdiği ihtiyaç, şeriatın "mahiyetini" belirleyen esas unsurlardır; oysa hadis okumak, Kur'andaki sözleri okumak ve dilsel çalışmalar yapmak, şeriatın "mahiyetinin" belirlenmesinde esas değildir ki, şeriatın teşhis edilmesini sağlasın (yukarıda söylendiği gibi, bunlar bir imkan hazırlığıdır, ötesi değil). Şeriatın mahiyeti, asgari olarak, şeriatın varlıksal dayanağı açılarak ve sonra giderdiği ihtiyaçlar tesbit edilerek bulunmak zorundadır. Fakih ve muhaddis, şeriatın varlıksal dayanağı değildir. Fakih, kabaca bakarsak, şeriatı anlamak üzere belirlediği yöntem ve tekniklerle çalışan bir uzmandan ibarettir. Muhaddis, yine kendine mahsus tekniklerle şeriatı teşhis etmeye yönelik malzemeleri sıhhatli bir şekilde ayıklayıp tesbit etmeye çalışan bir uzmandır. Müfessir ve kelamcı için de benzer durumlar kendilerine göre aynen geçerlidir. Bunların hiçbirisi şeriatın varlıksal dayanağı değildir, ve şeriatın giderdiği ihtiyacın teşhisi için kendi başlarına bir esas değildir. Devam edelim. Tanrı "düşüncesi" veya "inancı" da şeriatın varlıksal dayanağı değildir. Düşünülen "tanrı", bir düşünce nesnesidir; oysa düşünce nesnesi, tanrı bilgisi değildir. İnanılan tanrı da, kişideki söz konusu inanca sebep olan mekanizmalara bağlı olarak, bir tanrı resmi verir, ötesini değil. Dolayısıyla tanrı düşüncesi veya tanrı inancı da şeriatın varlıksal dayanakları değildir. Daha geniş bir açıdan bakarak kültür meselesini de ele alalım: Şeriatın varlıksal dayanağı Arabistan kültürü müdür? Cevap: Hiçbir kültür, bir "İlahi dinin" ve bu bakımdan da bir "ilahi şeriatın" temeli olarak alınamaz. Bu bakımdan Arabistan kültürü de şeriatın varlıksal dayanağı değildir. Kültürü din ve şeriat olarak okumak, zıt açılardan baksalar da, söz konusu her iki tarafın da ortak hatalarından bir diğeridir. Kültür açısından meseleye şöyle bakmak gerekir: Mesela Arabistan kültürü, bir "İlahi dinin" ve "İlahi şeriatın", yüklendiği bir kap olarak düşünülebilir. Bu kapta ilahi şeriatın şekillenmesi, tezahürü ve serpilmesi elbette düşünebilir. Fakat bundan ötesi düşünülemez. Yani şeriatın Arabistan kültürüne veya başka bir kültüre dayandığı düşünülemez. Şunu da ilave edelim: Kültür bir kaptır. Sadece kabın incelenmesi, kaba "yüklenilenin" varlıksal dayanağı, yani kaynağı olarak düşünülemiyeceği gibi, yüklenilenin, yani şeriatın değişim ve sabit olma yüzlerinin kaynağı oolarak da düşünülemez: Kabın değişim göstermesi, yüklenilende de değişiklik oluşturur, ama kabın değişmesi, yüklenilenin geldiği kaynakta bir değişiklik oluşturmaz; oysa kaynaktaki bir değişiklik, yüklenilende de bir değişiklik oluşturur; yani kap tek başına yüklenilenin bir belirleyici dayanağı değildir, ne değişim ne de sabit olma bakımlarından. Eğer kabın tek başına yüklenilenin belirleyici dayanağı olduğu düşünülürse, yüklenilenin mahiyetinde eksiklik oluşur; isterse görünürde bir "genişleme", bir "artma" olsun fakretmez. Şeriatın varlıksal dayanağı siyasi yöneticiler, eski tabirle sultan da değildir. Siyasi yönetici de bir çeşit uzmandır; teknikleri vardır, yöntemleri vardır, gözetmesi gereken bağlamlar vardır; zeminine bağlı şekilde ve amacı her ne ise ona göre. Şeriatın varlıksal dayanağı bunların hiçbiri değildir. Bu nedenle bunlara dayanılarak şeriatın ne olduğunun belirlenebileceğini kabul edemeyiz. Oysa başta gözönünden hiç ayırmamamız gereken bir şart belirledik: Şeriatı tartışmak isteyenlerin, önce şeriatın kendisi her ne ve nasılsa onu öyle anlaması ve ancak bundan sonra değerlendirmeye konu etmesi gerekir. Şeriatın ne kendisinin ne olduğunu bilmek ve anlamak ise, şeriatın varlıksal dayanağını bilmeye ve giderdiği ihtiyacı anlamaya bağlıdır. Yukarıda sayılanlar şeriatın varlıksal dayanakları değildir, peki o halde aranılan varlıksal dayanaklar nedir? Şimdi buna bir cevap verelim: Şeriatın varlıksal dayanağı, İlahi Kelimelerdir. Giderdiği ihtiyaç ise, Kelimesiz kalmışlara, "Kelime" vermektir. Bunların ne anlamlara geldiğine geçmeden önce, bu bağlamda "Agnostizm" düşüncesi hakkında bir uyarı ve kısa bir değerlendirme vermek iyi olur: Agnostizm, ülkemiz bağlamında olan gevşek haliyle dikkate alırsak, "bilinemezcilik" ile karşılık verilen bir kavramdır ve sıklıkla teolojik bağlamda kullanılır. Yani, "tanrının" ve "tanrısal şeylerin" bilinemeyeceğini öne sürmek üzere kullanılır. Fakat buradaki bilinemezlik hükmü ile maksat, Tanrının idrak edilmesinde yetersiz oluşumuzu göstermek değil, aksine, bilinemeyen şeylerin "var olup olmadığı" yönünde "kesinsizlik" olduğu düşüncesinden hareketle, aslında tanrının ve tanrısal şeylerin var olmadığını telkin etmektir. Çünkü tanrının var olup olmadığı yönünde bir kesinsizlik, tanrı kavramı için ihmal edilebilir değildir. Eğer varsa fakat bu kez biz onun ne oluğunu bilemezsek diye bir düşüncenin de bu gevşek bakış açısından farklı bir neticesi yoktur. Çünkü ne olduğunu bilemeyeceğimiz düşüncesi ile, aslında onun olup olmadığını bilemeyeceğimiz düşüncesine varılmak istenmektedir ve aynı yere varılmaktadır. Bunları ülkemizde sergilenen teoloji tartışmalarındaki haliyle olan agnostizm bağlamında ifade ettiğimizi tekrar hatırlatalım. Eğer daha "geniş" ve "sıkı" şekilde bu kavramı ve bu kavramı kullananların düşüncelerini incelemek ve değerlendirmek isteseydik, çok çeşitli bağlamları, az miktarda olmayan kültür, kişi ve dil atıflarını göz önüne getirip ve kronolojik seyirleri de serimleyip meseleyi öyle ele almamız ve yukarıda ifade edilen düşüncelerde derecelendirme yapmamız ve bu dereceler arasındaki geçişleri sınamamız ve buna neticeleri değerlendirmemiz gerekirdi. Ama ülkemizdeki gevşek halini gözönünde bulundurursak, manzara yukarıda verildiği gibidir. Çünkü ülkemizde avami agnostizm popülerdir, ve bu da aslında yumuşak bir ateizmdir veya ateizme giden yolda bir basamak olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden bunun kısaca bir değerlendirmesini yapmak da basit şekilde mümkündür. Genel olarak bu basit değerlendirme şöyle yapılabilir: Bir şeyin bilinemeyeceğini öne sürmek için, önce söz konusu edilen şeyin, "ne ile" yani hangi "vasıtayla" ve "ne surette" bilinemeyeceğinin açıklanması gerekir. Çünkü bir şey x vasıtasıyla bilinemiyorsa, bu onun y vasıtasıyla da bilinemeyeceği anlamına gelmez; ve x suretinde bilinemiyor oluşu, y suretinde bilinebilir oluşunu dışlamaz. Kızılötesi ışınları "çıplak gözle" göremeyiz, ama başka bir vasıtayla görebiliriz. Bir başka örnek: aritmatiğin nesnelerini duyularımızla idrak edemeyiz, ama zihinsel muhakeme ile idrak edebiliriz. Bunlar basit örneklerdir: Çıplak gözle görmemek, başka bir vasıtayla da görülemez demek değildir. Duyusal olarak idrak etmemek, başka bir yer ile de idrak edilemez demek değildir. Dolayısıyla bir şeyin "bilinemeyeceğini" öne sürmek için, öncelikle "ne ile", yani "hangi vasıtayla" bilenemeyeceğini açıklamak gerekir. Burada tartışmacı şöyle bir iddiada bulunabilir: Söz konusu şey, mesela tanrı, "hiçbir vasıta ile" bilinemez ve "hiçbir surette bilinemez". Buna da gene basitçe bakalım: Eğer söz konusu edilen şey (mesela Tanrı), hiçbir vasıta ile bilinemez diye öne sürülürse, bu takdirde de kişinin önce bu düşüncesinin temelinde saklı bulunan kendi zemini hakkında bir açıklama getirmesi gerekir. Çünkü "hiç" ve "her" şeklindeki hükümler, ancak hükmü verenin kendi zemini itibariyle oluşturulabilir, ve bu zeminin kendine mahsus "hiç" ve "her"i, eğer dayanak alınan zemin "mutlak" değilse, zaten sınırlandırılmıştır, ve sınırlandırılmış bir şeyin, sınırının ötesini ve berisini mutlak şekilde dışlayabileceği kabul edilemez. Şu açıdan da bakalım: "Hiçbir şey ile bilenemez" suretindeki hüküm, öncelikle "hiçbir şey" düşüncesinin, kişinin kendi zeminini adeta "her şey" olarak alması sonucunda oluşur. Ama eğer kişinin kendi zemini "her şey" değilse, verdiği "hiçbir şey ile bilinemez" hükmü kabul edilemez. Bunu yukarıdaki x ve y örneğiyle ifade edelim. Burada adeta her şey anlamındaki x'e dayanılarak "hiçbir" şeklinde y dışlanmaktadır. Şimdi bunun olabilmesi için kişinin x'in y'i "hiç" eden şekilde "her" şey olduğunu "bilmesi" gerekmektedir. Şu anlamda "her": x, "tamdır" ve kendine ve nesnesine "yeter'dir": İhtiyaçsızdır. Örneğin buradaki x, "rasyonalite" olsun, yani düşünme yetisi olsun, ve diyelimki duyusal idrakin de tam bir temeli olsun (yani tam idrak için duyusal idrakin de gerektiği herhangi bir ihtiyaçsızlık yaratmasın, yani bunun eksikliğini ihmal edebildiğimizi de kabul edelim, ve rasyonalite kendi başına "tam" olsun). Eğer rasyonalite "tam ise" ve idrak ettiği nesneyi "tam surette" kuşatıyorsa, rasyoneliteyi aşan bir başka yeti ve fiil düşünmemiz, varsaymamız gerekmez. Çünkü rasyonalitenin bir zemin olarak adeta "her şey" ifade eden surette "tam" olduğunu, ve esasen her şeye yettiğini bilmişizdir ve iş bitmiştir. Böylece y'i varsaymamız gerekmez. Yani Rasyonalite her şeydir, nihayettir ve rasyonalite vasıtasıyla tanrı bilinemez; agnostiğin "saklı tasavvuru" budur. Bu "saklı tasavvuru" ortaya çıkardıktan sonra, başa dönerek yeniden bakalım: Eğer bu "saklı tasavvurun" aksine, rasyonelite "tam" değilse ve nesnesini "tam surette" kuşatamıyorsa, rasyonaliteye dayanarak, rasyonaliteden başka bir yetiyi/fiili ve rasyonel nesneye aşkın başka bir nesneyi (veya nesnenin rasyonel cihetten başka bir ciheti olabildiğini) dışlayabilirmiyiz? (Bu örnek itibariyle soruyu sürdürelim) Saklı tasavvurdaki zemin olarak rasyonalite (duyusal idraki ihmal ediyoruz), idrak için, "tam" bir yeti midir? Yani x, her anlamda ve her yönden, y'e ihtimal bırakmayacak şekilde "tam" mıdır? Açıklanması gereken budur. Böyle bir açıklama yapılmadan ve gösterilmeden, söz konusu edilen bir şeyin, mesela Tanrının "bilinemeyeceği" söylenemez. Burada dikkat edilmesi gereken, "bilinemezcilik" düşüncesi önerenlerin, kendi zeminlerini "bildiklerine" yönelik "tam bir inancın" "saklı" tutulduğudur. Aksi halde, x vasıtasıyla bilinemeyen (yani mesela düşünce vasıtasıyla bilinemeyen), başka bir vasıtayla da bilinemez diyemezlerdi. Yani tüm bunlar, x'in kendileri tarafından bildiğinin ve x'in "tam" olduğunun kabulüne dayalıdır. Genel bir hükümdür: Bir kimse önce kendi zeminini "tamlık" ve adeta her şeye "yeterlilik" ifade eden şekilde olduğunu "bilmeden" veya buna "inanmadan", bu kendi zemininin kaydını aşan bir şeyin hiçbir şekilde "bilienemez" olduğunu, ya da neticede "hiç" olduğunu öne süremez. İşin matematiği budur. Peki ele aldığımız örnekleriyle agnostiklerin x'i tam mıdır ve her şeye yeter midir? Cevap: X'i rasyonalite (düşünce, zihin de denilebilir) olanın X'i tam değildir ve ne kendine ne gayrısına "tam" surette "yetmez". Rasyonalite, en basitinden kendi kaynağını dahi açamaz ve kendi kendinin hükmünü kendisi itibariyle bilemez. Rasyonalite, sadece ve sadece bir şeyi rasyonel şekilde işleyebilir ve başka yetiler vasıtasıyla kendine temsil eder; bu kendi kendisinin zemini için de geçerlidir. Rasyonalitenin "tam" olmadığı hususunun ne yollarla görülebileceğini, başka yazılarda izah edeceğiz. Burada anlaşılması gereken, agnostiğin "saklı tasavvuru"nun nasıl ortaya çıkartılabileceği ve bu saklı tasavvurun ne surette sorgulanması gerektiğidir. Ülkemizdeki bağlamıyla agnostizm veya ateizmin müntesiplerinin zemini, gerçekten de rasyonalitedir ve rasyonelitenin tamlığına olan boş inançtır. Eğer kendi zeminlerinin ne olduğunu bilselerdi, bu zemine dayanarak, Tanrının bilinemeyeceğini söyleyemezlerdi. Tanrı bağlamına daha gitmeden, henüz kendi zeminlerini bilmek hususundaki eksikleriyle sebebiyle agnostikler, "bilinemezci" değil, "bilmeyenler"dir. Kendi dayanağının ne olduğunu bilmemeye "koyu cehalet" denir, daha kendi zeminini bilmeyenin cehaleti "koyu" olur, o yüzden. Bu bakımlardan yukarıda betimlediğimiz haliyle agnostizm, "koyu cahillik"tir; müntesibini tam aksi bir inançta oyalayan surette. Yukarıdaki bağlamlarda açtığımız "ne ile" ve "hangi surette" tasnifindeki "tam surette bilmek" kısmına girmedik, şimdilik gerek de yok. Sadece şu kadarını ifade edelim: Tam surette bilmek, zeminin kendi nesnesini "tam surette" bilmesi anlamına gelir. Bir zeminin, kendi nesnesini "tam surette" bilmesi, nesnenin zeminine aktarılmasına bağlıdır. Buna "suretin uyanışı" da diyebiliriz. Rasyonalitenin rasyonaliteye aşkın bir başka şeye dayanmaksızın kendi nesnesini "tam" surette kuşatabilmesinin tek yolu, nesneleri rasyonalleştirmesidir: yani "mahiyetçe" eksiltmesidir. Bunun da "hukuki" ve "ahlaki" sorgulamasını okuyuca bırakalım ve "bilinemezcilik" meselesine bir başka boyut getirelim: Hz. Peygamber'den gelen haberlere göre, Peygamber Sahabesine, Allah'ın "Zat'ı" üzerinde "tefekkür" etmemelerini, fakat Allah'ın yarattıkları üzerinde tefekkür etmelerini söylemiş, aksi halde, "takdir edemez helak olursunuz" diye uyarmışlardır. Yine, Peygamberin Kitabına bakılınca, Allah'ın isimlerinin (Esma-i Hüsna) anlatıldığı ve O İsimlerle (ve diğer İsimleriyle) Allahın bilinmesi ve buna uygun şekilde kişinin varlığını tanzim etmesi gerektiği gösterilmiştir. Bu sebeplerle, İslam Arifleri, Allah'ın "Zatının" insan idraki vasıtasıyla "bilinemeyeceğini", bilinebilecek olanın, Zat'ın "İsimleri" olduğunu söylemişlerdir. Allahın Zatının, insan idraki vasıtasıyla bilinemeyeceğine yönelik bu kabulün zemini, insan idrakinin Zat karşısındaki "eksikliğinin" kabul edilmesine dayandırılmıştır. Fakat öte yandan insan idrakinin Allahın İsimlerini "bilmeye" kabil olduğunun söylenmesi, insanın Allahı İsimleri itibariyle bilmeye "yetenekli" olduğu kabulüne dayandırılmıştır. Bu kabuller keyfiyet itibariyle, yukarıdakinden çok farklı bir bilinmezci istikamet çizmiştir: Bilemediklerim vardır. İslam Ariflerinin fakih, kelamcı, muhaddis ve müfessir karşısındaki konumlarını ve bu hususları kaç cihetle ve kaç dereceyle açtıklarını ve kaynaklarının "sadece" Peygamber ve Kitabı olduğu yönündeki sözlerinin tahkikini, burada açamayız. Bu bahs-i diğerdir. Ülkemizdeki haliyle agnostizmi ve ateizm önerenler, zeminleri itibariyle Allahın isimlerini bilmeye de kabil değildir. Çünkü Peygamberin, Kitabın ve Ariflerin "İsimleri bilmeye" kabil olarak gösterdikleri insanın zemini, ülkemizdeki agnostik ve ateistlerin zeminine de aşkındır. Bu kesin ayrım önemlidir. Çünkü bu kesin ayrım, ülkemizdeki agnostik ve ateistlerin sadece bu hususlardaki bilgisizliğini değil, aynı zamanda bu hususları bilmeye ve öğrenmeye bilinçsel yeteneklerinin bulunmadığını da gösteren bir netice vermektedir. Yani ülkemizdeki ateistler Allahın değil Zatını, İsimlerini de hem bilmezler hem de bilme yetenekleri bulunmaz; yani öğretilemez durumdadırlar, tekrar edelim, zeminleri sebebiyle. Bu nedenle ülkemizdeki agnostiklerin ve ateistlerin en azından "bilmeye kabil" duruma gelmeleri için, kendi zeminlerini dönüştürmeleri gerekir. Zemin ile kastettiğimiz, kendi idraklarının "içsel" dayanağıdır, yani kendi kendileridir. Yani kendi içsel dayanaklarını dönüştürmeden, Allahın İsimlerini ne bilebilirler ne de öğrenebilirler. Zatını ise, zaten bilemezler. İslam Ariflerinin açıkladığı üzere, Allahın İsimlerinde olduğu gibi, idrak edilen her türlü varlığın da ancak kendi "isimleri" itibariyle bilinmesi gerektiği hususunu burada zikredelim ve rasyonalitenin (ve zihnin), sadece Allahın değil, herhangi bir nesnenin "ismini" bilmeye de yeteneği olmadığını hatırlatalım. Buna, onların kendileri de dahildir. Yani diyelimki bir "varlık" olarak ülkemizdeki agnostik, kendi "ismini" de bilemez. Kendisini kendi varlıksal dayanağına sonra olacak şekilde gelenlerin verdiği isimlerle isimlendirir. Mesela anne babasının koyduğu isimle, mesela rasyonel biyolojinin kendisine verdiği "homo sapiens" ismiyle ve benzeri şekillerde. Yani içine doğduğu aidiyetler ona ne isim vermişse, o kendini ancak o ismiyle bilir; bu da bir cehalettir; o kadar. Şeriat konusuna dönecek olursak, demiştik ki: şeriatın varlıksal dayanağı İlahi Kelimelerdir ve karşıladığı ihtiyaç, Kelimesizlik ihtiyacıdır. İlahi Kelimeler işitilmeden ve görülmeden, şeriatın mahiyeti idrak edilemez. İlahi Kelimeleri işitmek ve görmek "ne ile" mümkündür diye araştırılmadan da şeriatın kelimeleri üzerinde uygun bir değerlendirmeye gidilemez. İhtiyaç hususu bakımından: İnsan özü itibariyle öyle bir kabiliyette, öyle bir genişlikte ve öyle bir yüceliktedir ki, sonradan düştüğü bu sefil derekede, bu öz'ün kendine mahsus dili kaybolmuş, yani İnsan özü itibariyle dilsiz kalmıştır; (tıpkı dilsiz olarak düşünülen diğer canılar gibi). Şeriat, İlahi Kelimeler ile dilsiz İnsana, Dil verir. Tamamladığı budur. Bu bakımdan şeriat aynı zamanda Türkçe, Aramca, İbranca, Süryanice, Sanskritçe gibi dillerin içinde görülene aşkın bir başka dil'in de İnsana indirilmesi hadisesidir. Bu dillerde de tezahür eden İlahi Şeriatın kendinde haliyle İlahi Kelimelerini görmeden, Şeriatın hangi ihtiyacı giderdiği anlaşılamaz. Sadece Arapçadan okunan şeriata bakılarak şeriatın teşhis edildiğini düşünmek, kadim olan İlahi Kelimelerin kendisini, muhdes olan bir dile dayandığını düşünmek anlamına gelir ki, bu Arapçadan okunan söz konusu şeriatın açık beyanına da aykırıdır. Arapçadan, usulüne ve kaidelerine uygun şekilde okunan, Şeriatın bir cihetidir. Orada okunursa görülecektir ki, Arapça olarak indirilenin aslı, Arapça değildir, ve indirilenin aslı, Peygamberin Kalbidir. Burada "Peygamberin Kalbi" ile ifade edileni, "Peygamberin Zemini" olarak da anlayabiliriz. Zemini görerek Arapça haliyle Şeriatı okuyan, Arapça olarak İlahi Kelimeleri de "bizzat" görür ve Şeriatı teşhis eder. Bu işin asıl çerçevesi budur. Son olarak kendi zaviyemizden bir tanım verelim: Dinî manada şeriat, bir daraltma yapılmazsa, aslında yine din demektir; şu cihetle ki: şeriat, geniş manada dinin düzenleyici (ve belirleyici) hükümleri demektir; hem şahsi hem de toplumsal açılardan, bir şeyin kendisi, esası anlamında Yaradanı, ve idrak ettiği bütün dışı ve bütün içi anlamında varlığı arasında "irtibat" sağlayan bir birlik suretinde. Bu anlamda geniş bir daireyi tutan şeriat, daireyi besleyen anlamında bir "çeşmedir". Bu bakımdan da, aslında "kaynak" ve kaynaktan "alınanlar"dır. "Kaynak" cihetiyle şeriat, "devingen" olarak düşünülmelidir; kaynaktan "alınan" cihetiyle de "belirli". Çünkü bir kere aldıysan, kabınla almışsındır; (bu kab ister bireysel olarak, ister toplumsal olarak düşünülsün). Peygamber ise, bu bağlamda, kaynaktan "kudret ile aktıran", ve kaynağı "Aşk ile taşıyan" Mahalldir; mutlak şekilde. Bu sebeple İlahi Şeriatın varlıksal dayanağı sadece Peygamber'in Kendisinde mahfuzdur ve Peygamberin Kendisine mahfuz Olanlara "aslen" ve "çıplak" şekilde ayanbeyandır. Son olarak Öneriler: - Ele alınan meselelerin gerektirdiği ve istediği tahkik etme düzeyine ulaşmadan işe koyulmamak lazımdır. Aksi halde savunduğumuz da saldırdığımız da farketmeden bir olur, ama mesele edilenin kendisiyle alakasız olur. - Linç, tehdit, düpedüz hakaret savurma ve salt etkileşim gücüyle baskın çıkma gibi hareketlerin hiçbirisi haklılık ve üstünlük tesis etmez; bunlar bir müddet işe yarasa bile, nihai bir netice veremez. Haklının ve Üstünün acelesi yoktur. - Tarafların mesele edinilen Şeriat ve Peygamber haricinde, kendi bağlamlarında birbirlerine sağladıkları üstünlük veya yaptıkları haksızlıklar olabilir, bunlar onların kendi meseleleridir; fakat bunların mesele edinilen Şeriat ve Peygamber'e bir teması yoktur. Dolayısıyla bu kavgayı veren tarafların Şeriat ve Peygamber tarafından bir haksızlık gördükleri veya Şeriata ve Peygambere üstünlük sağladıkları öne sürülemez; benzer şekilde Şeriatı ve Peygamberi savundukları da öne sürülemez. Çünkü, tekrar edelim, iki tarafın da Şeriata ve Peygambere bizzat teması mevcut değildir. - Kalabalıkların önünde tartışma yürütenlerin başına sık sık, görünüşte bir meseleyi tartışır gibi olurlarken, ya başından beri ya da tartışmanın bir yerinden sonra, konuştukları meseleleri değil de, aslında başka saklı meselelerin sevkine düşmek felaketi gelir. Tartışmacılar bu noktadan sonra kişisel veya aidiyet saygınlığına saldırıldığını düşünerek ya da rakibinin kişisel veya aidiyet saygınlığını alt etmesi gerektiğine inanarak vahşileşirler; bu vahşileşmenin vardığı boyutlardan kendilerinin bile haberi olmaz. Ama olan görünüşte tartışma konusu edilen meseleye olur. Bu kendini gizleyen bir ahlak zaafiyetidir, "haklıyım", "mağdurum", "mecburum" duygularıyla gizlenir. - Şeriat konusu, laiklik konusu ve bunların kapsamındaki meseleler, ülkemizde travma sebepleridir. Travma sebebi olan bu konuların, hele de kitlelerin önünde, arı duru ve soğuk kanlı şekilde ele alınıp işlenemeyeceği her açıdan bellidir. -Siyasi bağlamlardaki şeriatın bu ülkedeki mevcut siyasetçi ve ilahiyatçı bakiyesinin elinde bir anlam ifade etmeyeceğini artık görmek gerekmektedir. Bu siyasetçilerin ve ilahiyatçıların "şeriat" adı altında neler yapabilecekleri, henüz "şeriat" adı altında bir güvenceye yaslanmadan neler neler yaptıklarından bile bellidir. Bu nedenle ne bu bakiyeye siyasi anlamda şeriat teslim edilebilir, ne bunlara bakılarak şeriat tartışılabilir. Benzer durumda olan geçmiş örnekler için de durum "aynen" geçerlidir. Peygamberler, Arifler ve kamil yöneticiler bağlamındaki şeriatın ne olduğunu teşhis etmek ise, asgari olarak yukarıda çizdiğimiz sınırların tartışılmasından sonra neticeye bağlanmalıdır. - Ülkemizde din-dışı olduğunu öne süren çevrelerin siyaset, toplum ve çevre ilişkilerini düzenleyen paradigmalarının durumu dinli olduğunu öne süren bakiyeden hiç farklı değildir. Üstelik fiili olarak iktidar kaybetmiş olsalar da anlayış ve mevzuat bakımından muktedir olanlar kendileri ve bu mevzuatı edindikleri harici kaynaklardır (mesela taklid ve takip edilen Avrupa kültürü gibi). Fiili durumda olan, taklid ve takip eseri mevzuat ile mevzuatı ihlal eden sözde-şeriatçı bakiyenin tersyüz ve biribirine girmiş bir iktidarıdır. Bu fiili durumdan da zarar gören, en başta Türkiyedir. Siyaset açısından önümüze alıp soğuk kanlı bir şekilde irdelememiz gereken budur. - Cumhuriyet bir yönetim biçimi olarak bizim için en güzel ve geliştirilebili rejimdir. Cumhuriyetin milli varlığımız bakımından esası, Kurtuluş Savaşımızdır. Bu müşterek noktada birleşmek ve sonraki yüzyıl boyunca gelen bütün hataları sağlıklı birer yetişkin gibi önümüze alıp düzeltmek ve yarınlara doğru yürümek milli varlığımızın sürmesi için hayati derecede önemlidir. - Din, İnsanın Yaradanı ile ve dünyasıyla arasındaki "canlı irtibattır". Canlı olması cihetiyle inanca indirgenemez; irtibat olması cihetiyle da herhangi bir zanni düşünceye kapılarak ihmal edilemez. İslam, bizi yormaya, düşürmeye değil, güçlendirmeye ve yükseltmeye gelmiştir. Dinimizi inanç ve düşüncenin kısır çenberi içinde kendimize yabancılaştırmamız yönünde yıllardır sürdürdüğümüz vehametin kaynağı, bizim dinimiz değildir; bizimle "esasen" alakası olmayan dinlerin ve kültürlerin kendi çatışmalarını kendi dinimizde tekrar etme hatasına düşmemizdir. Hatalar düzeltilebilir; ama ihanet düzeltilemez. Din, canlı olduğu zaman dindir. Canlı olanın kendine mahsus bir şahsiyeti olur. Dinimiz şahsiyetlidir ve ona ettiğimiz ihanetin bedelini, bizi terketmek suretiyle bize ödetir. İhaneti sebebiyle terkedilen bundan sonra neyi düzeltebilir? - Din elbette herkes içindir ve herkesin dinini kendisinin tahkik etmesi gerekir. Fakat "bilgi" olması ve "marifet" olması cihetiyle din, ustalar gerektirir. Sadece bu açıdan, dinini tahkik etmek isteyenin kendine usta bulması gerekir. Kafası karışmış ve asılsız yerlere dinini düşürmüş olanlar için ise bu bir zorunluluktur. -Cemaat ve tarikat adı altındaki örnekler asgari olarak yukarıda çizilen sınırlar dikkate alınmadan dinsel konularda birer temsilci olarak kabul edilemezler. Buna parti, grup, örgüt, teşkilat sözcükleriyle teşkil edilen oluşumlar da dahildir. - Dinimiz ferdiyyet dinidir, Cumhuriyyetimiz de toplum rejimidir. Din ferdiyyet ile, siyaset ise toplumlaşmakla kemalini bulur. Bunları düzgün bir şekilde anlamak ve artık birleştirerek "hür doğmuş" fertlerimizin bir Millet olarak "hür yaşadıkları" bir Türkiye'ye uyanmalarını sağlamak bizim ellerimizdedir. Bir çırpıda söyleyeceklerim bunlardır. Bu yazıyı Ustam Ahmet Turan Esin'e (@ahmetturanesin ) selam ederek nihayete bağlamak istiyorum; ve bunu "Sehl-i Mümteni" ve "Seyr u Süluk" başlıklı yazılarına ithaf ediyorum. Mehmet Aktaş
··
370 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.