Okul yıllarımdan hatırlıyorum Türkiye tarihi ve edebiyatıyla 2000'li yıllarda tanışmaya başladık. Habersizdik, unutturulmuştu. Doğrusu hiç gösterilmemişti. Yunus Emre, Namık Kemal ve müfredatta olduğunu hatırlamıyorum ama her tarafta kitapları yaygın olan Nazım Hikmet Ran... M.C.Rumi de anladığım kadarıyla hiç bir otorite, ideoloji ve sansür engeli tanımamış bir şahsiyet ki kulağımıza haberi gelip çatmışdır. Ayrıca, benim tasavvuf merakıyla araştırma yolculuğumda karşıma <<Saçlarımdan tutup kor gözlerinle/Nemli gözlerime dalıver gitsin>> misralarıyla çıkan Necip Fazıl. Onun da kitapları yok :( Kısacası Türkiye edebiyatı ve tarihini hiç bilmiyorum. Ahhh..Türkiye'ye gitsem de bir kamyon dolusu kitap getirsem diyordum. Kader işte..şimdi Türkiye'deyim. İlk olarak, o tadı damağımda kalmış NFK şiirleriyle tanışmaya devam ettim. Şair ve şiir anlayışım yenilendi. Kolayca şiir beğenemez oldum artık. Yıllar sonra ta ki Sabahattin Ali ile tanışana kadar. Bu yıllar esnasında her kitapçıya gittiğimde arayışımı sürdürdüm. Nedendir bilemiyorum ama nihayet "işte bu!" diyerek seçtiğim şiir kitabı Sabahattin Ali'ninki oldu. Sitedeki popüleritesinden etkilenmiş olsaydım çoktan tanışmış olurdum. Nasıl açıklayabilirim ki?! Nasip meselesi mi desem?..
Şiirleriyle şair Sabahattin'le el sıkıştık, göz kırptık. "Kürk Mantolu Maddona"yla da yazar Sabahattin'le tanışma sürecimiz başladı. Tabii ki şiirden alınan zevkle nesrden alınan zevk kıyaslanmamalı. Fakat beklentimiz yüksek, inkar edemeyiz. Bu beklentimiz tam karşılanmadığı için yazarla el sıkıştık ama göz kırpamadık. Güzel insan, doğru yolda, arzu ettikleri güzel, kaliteyi daha da yukarılara çıkarabilecek potansiyele sahib bir yazar olduğu aşikardır. Bu esere ne tam roman diyemedim ne de (rus edebiyatına özgü tür/janr olan) povest (повествование). Povesti aşıyor romana yetmiyor. Biraz daha fazla karakter sayısı ve onların da kurguda yeri ve verilen mesajlarlara tepkileri veya bu yönde görüşleri olsaydı roman'ın tam hakkı verilmiş olurdu diye düşünüyorum. Ve en önemlisi betimleme konusu. Betimleme de bana göre eksiktir. Böyle duygu yoğunluğuyla yazılan eserlerde betimleme genellikle ön planda olmuyordur. Okur da pek istemez bunu ama istemeli. "Savaş ve Barış"ta Paris sokaklarındaydım, "Marslı"da Mars'ta oskijensiz kalmış boğuluyordum." Kürk Mantolu Madonna"da Almanya'ya yolculuk ettim ancak orayı hissedemedim, yaşayamadım. Kıyaslamaya kalkışmayalım lütfen, öylesine örnekler verdim işte. Yine dediğim gibi duygu yoğunluğu içinde bu pek önemli unsur olmayabiliyor. Oldukça akıcı ve sade diliyle "roman" rağbet görmüştür.
Raif'i konuşmaya ne gerek var diyorum; Sabahattin Ali girmiş adamın içine "zırvalamış". Bir de Maria Puder var. Olacak şey değil, yazarımız onun içine de girmiş. Kolay mı?! İnan ki bu çok zor iş. Eleştirmenler için ne "malzeme" olurdu ama. Hele bir de yahudi olduğu üzerinde dursaydılar. Belki bir anlamı yok, "başımıza ne geldiyse her şeyden bir anlam çıkaranlar yüzünden geldi" mesajını hatırlatsakta eleştirmendir sormadan edemez. Gerekirse duvarda aslı olan tablodan veya bir şapkadan anlam çıkarmayı dener. Ben eleştirmen değilim ya mubabbetin bu kısmından atlıyorum. İtiraf edeyim ki Maria beni bazen sinirldendirdi: "Ne tuhafsın, ne istiyorsun be kadın?!" dedim. "Erkeklere adam olun lan biraz!.." diye bağırmak istiyormuş. Bağıramayanın bağıran dili, çilekeşin fikir yansıması, kusulamayan iç'in kusağı olduğu için kalem sahibimize teşekkür. Edebiyatımız belki Raif'ler kazanabilir fakat sanmıyorum ki Maria Puder'ler kazanabilsin. O başkaydı...
Sabahattin Ali'nin eserleriyle ve şahsi hayatıyla daha yakından tanıştıktan sonra daha emin bir şekilde "sözümün ağası" olarak ilaveler yapmak isterim. Şimdi de yapabilirim ama emin olmak...