Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

104 syf.
·
Puan vermedi
“Yiğitlik oynayınca mı yiğit olurum sanıyorsun ki?” Sahi yaptığımız şeyleri olduk mu sanıyoruz acaba? Sesimizin yankısı kaç kat koyulaşıp değiyor kulaklarımıza? Nuri Pakdil, Kalem kalesini okuturken kendime de birçok soru sordurdu. Yukarıda ki içime yöneltmiş olduğum, sorulardan sadece bir ikisi. Kitabın sayfalarını çevirdiğim ilk andan itibaren farkı öylesine göze çarpıyordu ki, yazar okuyanın kendisini anlaması için zorluyordu, beni zorladı en azından. Ruhumun özünden yola çıkmaya başlayacağım galiba bu kitaptan sonra. Pakdil Hocamızın gözle görülen kendine has üslubu okuyanı önce bir önyargıya itiyor gibi. Ağır bir üslup kullandığı kanısına kapıldım önce, kitap ilerledikçe farklılığı ağırlıkla özdeşleştiremeyeceğimi anladım. Kendi kendime “ne çok aynı şeyler okuyor muşum” dedim hatta. Birçok cümlesini zihin süzgecimden kalıntısız geçmesi adına defalarca okudum sanırım. Kalem ve cümle adına güzel sözler edilmiş kitapta; “…kalemse parmakların arasında: kendisini çeken kâğıttan uzaklaşıyorsa kalem, bilinçaltı yardıma koşar.” Bilinçaltına hiç inmeden bilinç üstü mü yazıyoruz ne diye düşündürdü beni bu cümle. Ve kitap içinde altını çizerek içime aldığım en güzel cümlelerden biri; “Benim siyasetim inancımdır, benim inancım siyasetim.” Umut demiş bir de Üstad, umudu olmayan bir hayattan neyi çıkartmalıydı acaba elde umudun kalması için. Olandan olamayanı çıkarınca borçlu çıkmıyor mu sözcükleri namluya süren el bu hayata? Tarihi konmamış ve alınmamış mektuplar. Sözlerin, gürültülerin davranışların tek düzeliğini üzerinden silkeleyip atan ve yazanlarının imzasız bıraktığı bu mektuplar, yer yer gülümsetip, zaman zaman düşündürdü beni. Evet, en çok da düşündürdü. Bu mektuplar bitiriş cümlesiyle, ilerde yeni sözcükler görmek adına yeniden başlayabilir olmasını dipnot düşüyor kendi içine. Direniş, insan, Mekke, Kudüs ve İstanbul. Direnişin mekanikleşmeden önceki devingenlik hali satırlar arasına sızmış keşfedilmeyi bekliyor. Sonra insan yitiğinin künyesini arıyor altı harfin içinde, tarihi konmamış bir mektup güncesinde. Bu mektuplar her defasında çığlığını arttırarak düşmüşler sayfa aralarına. İmzasız olması mektup olarak anılmalarını engellemiyor yazarca. Ruhunu şeytana satanların alt alta yazılması Nil’i kurutacağından bu işe hiç girişmiyor yazar. Bu mektuplar bence kitabı daha bir okunur hale getiriyor. Ben kendi açımdan bir sonraki mektubun merakı ile çevirdim sayfaları, imzalı bir mektup bulmak düşüyle okudum cümleleri… “Tekil bana çoğuldan daha etkin görünür daima.” Gerçekten de öyle değil mi? Kuru bir kalabalıktansa, ıslak bir tekillik iyidir galiba. Suyun sızdığı her yerde buram buram yaşam kokar daima. Ve yaşam vicdanımızı kemiren kurt sesleri arasında sürüyor bu kitapta. Nuri Pakdil yazmak eylemini kalemine öyle ustalıkla öğretmiş ki; “yazmak, Ağrı’dan daha ağır bir dağı yüklenmektir” dediğinde ben sarsılıyorum lakin onun kaleminin mesnedinde bir kıpırdama yok! Bu cümlenin ardında gelen cümle hiç de sarsılarak yazılmış gibi durmuyor. Kalemi ya da cümlesi değil sadece bu cümlelerin kalem ucunda ki intiharına şahitlik eden günleri ürküyor, bu kadar. Kalemi bu eylemden memnun, cümleleri de kaleme kurban edilmekten. Ve işte imzalı bir mektup, Kafeşayüş belki de Debernuş; “Olmak durumunda olmamak” hali arz ediliyor bu mektupta. Niçin yaratıldığımızı zihnimizden çıkarmamak, olmak ya da olmamak durumumuzun farkında olamamak… Pakdil Hocamız bu mektuplarda kendi kendini yüreklendirme girişimi yaptığını söylüyor. Her mektup ayrı bir söyleyiş onun için, her mektup ayrı bir oluş. …Özneleri sona takılacak filler… Bu cümleyi okuduktan sonra özneleri başa yazmayı pek sevmediğim geliyor aklıma. Dil bilgisi kurallarına az buçuk riayet derdine düştüğümden beridir kurallı cümle kurma girişimindeyim sadece! Bazı cümleler paranın darağacında son nefesini verdiğinden kitabın elli dördüncü sayfası boşlukta sallanan cümlelerle dolu adeta. “Avrupalılaştırılınılamadıklarımızdanmısınız mı mı?(*) Aaaa! Bir İNSAN kalmış burada hâlâ.” (*) Dorudur; dizgi, düzelti yanlışı yok.” Bu kitap ilk baskısını bin dokuz yüz doksan sekiz yılında yapmış ve yukarıda yazılan cümleler on bir yıl sonrası içinde hala geçerliliğini koruyor ne yazık ki. Batı merakımız bitmek tükenmek bilmiyor ve Nuri Pakdil bu üç cümle ile bunu gözümüze sokuyor adeta. Ve yanıp yanmadığından hâlâ emin olamadığım telefon kulübeleri… Bir bilen varsa söylesin yandı mı yanmadı mı? Yandıysa eğer kim, neden yaktı? Kitapta en karışık bulduğum bölüm bu kulübelerin yangın hikâyesi… Bu yangında sesler kirleniyor, sabrı sürme niyetine gözlerine çeken defter sayfaları bulunuyor. Bir ülkenin güdümlenmiş sorunsalıyla bağıntılı bir telefon kulübesinin kül oluş/olmayış hikâyesi epeyce zihin karıştırıyor. Yazarın kitap içerisinde asıl vermek istediği yazmak üzerine öğütler bence. Bu öğütler kimi yerde imzasız mektupların içine girmiş, kimi yerde bir yangının küllerinden derlenmiş, kimi zamanda şapkalı ‘Â’ nın okunuşunda; Bir cümlenin âsi bakışı kanını fokurdatsa da, yazar, kalemini sağlam tutmalı: sesin rengi en güzel infilak. İşte tam da bu yüzden hayat bize sunulan çok kapsamlı bir bağış. Yazmak üzerine en çarpıcı sözlerinden biri de; “ne ki, bütün aynaları yürüyeceğim diye inat ediyorsanız, yeni doğmuş bebekmişçesine üzerine titreyeceğiniz bir yazının doğum sancıları çoktan başlamıştır bile: tek önergelik kalemi elden düşürmemek.” … “engele uğramış iradeniz, hiçbir şey olmamışçasına kalemin yanına gözcü bıraktınız mı?” Galiba biz kalem tutmaya çalışanlar, kalemimizin yanına cümle bekçiliği yapacak gözcüler bırakmadığımızdan, yazdıklarımızın çoğunu kimselere göstermeden silip atıyoruz. Ne dersiniz? Kalem kalesi cümleden surlar ördü içime, inadına yazmalı, dedirtti. Okuyarak yazmanın önemini bir kez daha kavradım ben bu kitapla. Bir sayfa yazmak için yüz sayfa okumak gerekiyor hakikaten. Kalıcılığı, özgünlüğü yakalamak adına çok okumak şart. Hele ki Nuri Pakdil gibi değerli kalemleri okumak, anlamaya çalışmak illaki şart. Kalem kalesinin son yapraklarına konan yolcuğun kâğıda düşen sesleri, kitaba ayrı bir renk ve akıcılık katmıştı bence. Pak bir dille yazılmış bunca cümlenin ardından Batı Notları’nı okumak için sabırsızlananlardanım bende. “Edebiyat’ın yeri sanki bir gemidir ve ağır ağır batmaktadır sulara:…” Edebiyatın edebini kalemlerimize giydirmek dileğiyle… (*) Doğrudur, dizgi ve düzelti yanlışı yok
Kalem Kalesi
Kalem KalesiNuri Pakdil · Edebiyat Dergisi Yayınları · 2011648 okunma
··
98 görüntüleme
Eylül Türk okurunun profil resmi
Pakdil'in yüreğinde soylu atlar,durmadan erdeme,o saf,şaibeden uzak menzile,durmaksızın koşar...Sen okurken başka türlü okursun bir kitabı,bahçende ki hanımelinin yapraklarına dokunur gibi,eski bir fotoğrafın kıvrılan uçlarını düzeltir gibi...Yazarla,gerçek bir konuşma başlatırsın...Satırlandıkça eser,yazıların beslendiği ilk okumalara dek gider,o olgunlaşmamış cümleleri seyredersin. Nefis bir tahlildi... Yüreğin varolsun Kalemzenim...
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.