gelişmiş bir
sosyalist demokrasi için beslenen (ve SSCB'de Stalin'in yükselmesiyle
bürokratik diktatörlüğün amansız mekanizmasında
ezilen) umut ve arzuların şekillendiği bir nesebe sahipti. Her ne
kadar dolayımlandırılsa, arıtılsa ya da yer değiştirilse de
izleyen kırk yıl içinde tüm bunlar olmuştur- Batı'nın parlamenter
rejimlerinden az değil daha fazla gelişmiş olacak, sermayenin
ötesinde bir politik düzen ideali onu hiçbir zaman
terketmıedi. Batılı Marksist geleneğin Sovyetler Birliği'nin devlet
yapılan karşısındaki sürekli eleştirel uzaıklığı bu nedenledirki bu uzaklık, uluslararası komünist harekete en yakın temsilcilerinin
yazılarında bile ayırdedilebilir: Değişik zamanlarda
Sartre ve Lukacs, Althusser ve Della Volpe; Korsch, Gramsci
ve Marcuse'ten söz etmek bile gereksiz. Diğer yandan bu gelenek,
barbarlıkları ve yozlaşmışlıkları ne olursa olsun, Rus
İhtilali ve onun izleyicilerinin, bir dereceye kadar, yirminci
yüzyılda şimdiye kadar sermaye düzenindeki tek gerçek gediği
temsil ettikleri şeklinde bir duyguyu daima taşımıştır -kapitalist
devletlerin, onlara karşı giriştiği saldırıların vahşeti, Rus İç
Savaşı'na İtilaf Devletleri'nin müdahalesinden, SSCB'ne Nazi
saldırısına, Çin'e karşı döğüşülen Kore Savaşı'na, Küba'ya karşı
teşebbüs edilen saldırıya ve sonra Vietnam'daki savaşa kadar,
bu nedenledir. Bunun yanında, Batı'da işçi hareketi içinde alternatif
gelenek olan sosyal demokrasi, status quo'nun genellikle
uysal bir destekçisi durumuna gelcre,k kapitalizmin gerçek
muhalifi ol'lla gücünü tümüyle yitirdi. SSCB'ne ideolojik
olarak bağlı Komünist Partileri kitle örgütlenmeleri olarak bulundukları
yerlerde, yerel burjuvazilerin yegane militan karşıtları
olmaya devam ettiler. Tüm bu nedenlerden dolayı Batılı Marksist
geleneğin komünist devletlere karşı eleştirileri tipik olarak
ima yollu ve ihtiyatlı oldu.