Merhum Cengiz Dağcı’nın sıkı bir okuruydum. Bütün romanlarını okudum ve onun sayesinde Kırım Türk davasının da iyi bir takipçisi oldum. Bu nedenle ‘Aluşta’dan Esen Yeller’ adını bir kitabın kapağında gördüğüm zaman mevzuyu hemen anlayıverdim.
Söz konusu kitap Serra Menekay’a ait bir roman. Doğan Kitap tarafından basılmış. Yazarını tanımıyordum ancak öğrendim ki esas mesleği doktorluk olan bir Kırım Tatar’ı imiş. Bu nedenle romanın edebi başarısını falan bir kenara koysak bile Serra Hanım’ın sadece bu çabası dahi takdire şayan.
Roman, II. Dünya Savaşı yılları ve akabinde gerçekleşen 18 Mayıs 1944 Kırım Sürgününün etkilerini merkeze alan bir anlatıma sahip. Hadiselerin farklı diyarlara sürüklediği iki Kırımlı kadının penceresinden anlatılıyor. Bunlardan birisi Nehar. Yolu önce Almanya’ya sonra da Türkiye’ye düşüyor. Diğeri ise Fatma. O ise Urallar’a sürülen Kırımlılardan birisi olarak sonrasında Özbekistan’a ve nihayetinde vatan Kırım’a kadar uzanan bir hayatın sahibi.
Tabii romanda sadece bu iki karakter yok. Hatta aslında çok fazla karakter var. Bir handikap olarak özellikle romanın sonuna doğru biraz da kafa karıştırabiliyor bu durum ama bu ikilinin haricinde anlatıcı pozisyonda olmamasına rağmen Bilal Aga da romanın mihenk taşlarından birisi. Bilal Aga , tam bir Kırım Türk’ü prototipi olarak çıkıyor karşımıza. Nitekim Bilal Menekay, gerçekte yazarın dedesi ve roman da ona ithaf edilmiş.
Romanda Fatma’nın anlattıkları için tamamen gerçek demek doğru olabilir. Nitekim yazar da sunuş kısmında buna işaret ediyor. Savaş öncesi ve sırasında Kırım’daki hayat ve sonrasında katil Stalin’in emriyle gelen büyük sürgünden epeyce iz bulabiliyoruz.
Tabii ben anlatılanların çoğuna Cengiz Dağcı romanlarından aşinaydım lakin Dağcı, savaşa katılıp esir olmuş, sonrasında ise muhacir durumuna düşmüştü. Burada ise bilhassa Fatma karakteri üzerinden sürgüne tabi tutulanların yaşadıkları gözler önüne seriliyor.
Kırım Türklerinin bitmek bilmeyen vatan hasretleri ve sevgileri tarihi gerçeklere uygun olarak verilmiş. Kırım’a kavuşmak için her türlü fedakarlığı yapan insanların mücadelesine şapka çıkardığınız gibi, Kırım’a kavuşamadan, hatta onun adını sayıklayarak vefat eden insanların aziz hatıraları önünde de tazimle eğiliyorsunuz roman boyunca. Mustafa Cemil Kırımoğlu’nu da görmek güzel bir sürpriz oluyor.
Bir okur olarak ‘Nehar’ın yaşadıklarının ne kadarı gerçekti? Rudolf hakikaten var mıydı?’ diye de merak ediyorum elbette. Gerçi sunuşta yine Nigar Glaser adlı birinden söz ediliyor ama bir kısmı kurmaca olsa gerek çünkü en sondaki fotoğraf albümünde Nigar ya da Nehar’a ait herhangi bir kare yok.
Romanın Kırım davasının anlatılması açısından önemli olduğu kanısındayım. Çünkü 18 Mayıs 1944 sürgünü ve Kırım Türkleri maalesef kamuoyunda yeterince bilinmiyor.
KGB baskısının insan hayatını nasıl altüst edebileceğini ve Sovyet topraklarının Kırımlılar için adeta bir açık hava cezaevine çevrilmesini hissedebiliyorsunuz. En temel insani haklardan bile mahrum bırakılan Kırım Türklerinin sürgüne tabi tutuldukları sahneler ve o ölüm yolculuğu da yürek yakan kareleri oluşturuyor.
Bu arada benim de kısmetse sonbaharda yeni bir romanım çıkacak. O romanda da Ayşe ve Giray adlı Kırımlı iki kardeş var. Sürgünü ve cepheyi yaşayan bu iki kardeşin yaşadıklarını da anlatmıştım. Aluşta’dan Esen Yeller’i okurken benim anlattığım hikayeyle epeyce örtüştüğünü gördüm. Mesela, Rusların Almanya’da Bilal Aga’yı sorguladıkları sahne. Hani şu, Türkiye’den geldiğini söylediği ve Rusça bilip bilmediğini sınadıkları sahne…
Maalesef Kırım davası halen bitmediği gibi Stalin’in ruh ikizi Putin tarafından Kırım Türkleri yeni bir baskı altına alınmış durumda. Bu roman güncelden dolayı daha da önem kazanıyor o nedenle.