Oliver Sacks’ ın, “Karısını Şapka Sanan Adam” kitabının “Kayıplar” bölümünde “Başkan’ın Konuşması” başlıklı bir metin var. Bu metnin giriş kısmını alıntılayarak bir şeylere başlayacağım ve ara ara aynı metinden kimi anahtar ifadeleri de kullanarak yola devam edeceğim. Metin şu şekilde başlıyor:
“Ne olmaktaydı? Afazi koğuşundan, tam da Başkan'ın konuşması sürerken, kahkaha sesleri geliyordu ve hepsi de Başkan'ın konuşmasını dinlemeye istekliydiler.
Önceden çalışılmış tumturaklı konuşması, aşırı coşkunluğu, duygusal çekiciliği ile eski aktör işte oradaydı ve tüm hastalar gülmekten katılıyordu. Bazıları dışında kimileri şaşkın, kimileri bozulmuş, bir veya ikisi endişeli ama çoğu eğleniyor görünüyordu. Başkan, her zaman olduğu gibi dokunaklı ve etkileyiciydi ama onları açıkça güldürüyordu. Ne düşünüyor olabilirlerdi? Onu anlayamıyorlar mıydı? Ya da onu fazlasıyla iyi mi anlıyorlardı?”
Bunun aklıma gelme sebebi ise şuydu, gerçekten bu dramatik de denebilecek kadar ahlaki duruşunu koruyan kişiye gülebilir miydik? Yahut Aristofanes bu sahneden bir komedya çıkarabilir miydi? Eğer Sokrates’in sınırlarını belirlediği alanın içerisinde hapsolmuşsak yahut yine bu alanın içerisinde sayabileceğimiz karşısında onun tarafından inandırılmayı bekleyen bir konumlanışta elbette onun saygınlığı karşısında eğilerek ve belki de gözyaşları içinde bu kutsal davranışı yüceltirdik. Okuduğumdan beridir Başkan’ın Konuşması sıklıkla aklıma gelir, hayatımızda ateşli konuşmalarla ve tutarlı ilkeleri savunuşla sık karşılaşmaktayız nitekim.
Burada geçen afazi hastalarını kısaca, anlam vurgusunu kelimelerden ziyade ifade ediş biçimindeki doğallık derecesine göre yapanlar olarak değerlendirelim. Bunun bizim için şu açıdan önemi var: Platon’un idealizmi ve bu idealizmin de en iyi biçimde ancak insani vurgusundan arınmış bir metin içerisinde yankısını bulabilirliği. Ancak burada bir sorun karşımıza çıkıyor kabul ediyorum: bu olay gerçekte bu şekilde vuku bulmuş olabilir, bunun her ne kadar önemi olmasa da; burada yine söz konusu olan insandır metinden ziyade ve insanın etik özneliğinde meseleye yaklaşılır. Ben yine de Aristofanes’i güldürmeyi deneyeceğim. Çünkü bu özne oluşta hakikat insandan ayrıdır ve insan boyun eğmektedir. Burada, her şeyin belirlendiği bir zeminde öznelik meselesinin mümkünlüğünü düşündüğümüz vakit, ideale göre konum alışların bir öznelik teşkil edip edemeyeceği sorusu karşımıza çıkar. Özneyi, eyleyişi gerçekleştiren olarak düşündüğümüz vakit buradaki etik öznelik durağanlaşmıyor mu ve Sokrates gibi bir sınır çizgisinde sona ermiyor mu? Bizim özne oluşumuz ve eyleyişimizse henüz ideale varmamış olanlar olarak ideale doğru yol alıştan ibaret, Sokrates’in kapalı kabının içerisinde eyliyoruz varamasak bile nihai ideale. Belki kabın içinden çıksak dahi kabın içerisinde olduğumuzdan daha fazla yol alamayabilirdik yine de, ancak bir sınır çizgisinin yokluğu düşünsel olarak bizi bir takım kısıtlamalardan da azade kılacaktır. Sınır çizgisinin varlığı yahut ideal olarak belirleniş bizi insani tondan ve insani vurgudan azade kılar ve bu saikle yol alırsak etik öznelik mümkün müdür yahut ne derece mümkündür? Elbette insanı tümüyle özgür bir varlık olarak yahut zorunlulukların dışında bir varlık olarak ele almıyorum burada, aksine belirişimiz, belirli koşullar altında ve onların etkisiyle olan ilişkilerimizde mümkündür. İnsan ideal varlık olduğunda yahut Sokrates olduğunda hâlâ dinamik biçimde eyleyen midir ya da Sokrates’e yol alış bizim eyleyen bir özne olduğumuzu ifade etmeye yeter mi, sonuçta hakikate göre yargılanmıyor muyuz?
İdealize oluşun son kertede insani tondan, vurgudan yoksun kalış olduğunu söylemek mümkün değil midir? Afaziklerin kahkahası nerede yankılanıyor? Başkan’ın konuşması, epey bir başkanın da konuştuğu gibi bir ideali vurgulayan tüm bulanıklıklardan arınmış bir konuşma olabilir ma komedi şuradaki ona gülenler afazikler, bulanıklıklardan arındıranlar ona gülmekte. A-fuzzy (A.Alatlı’dan ödünç) olarak düşünüldüğünde bulanıklık yokluğu tuhaf şeylere yol açıyor burada; idealize etmek her şeyi berrak biçimde ortaya koymanın amacıyken ortalığı bulandıran şeyin de ta kendisi, insan kendi vurgusundan arındığı vakit karşımızda olandan emin değiliz ve tam da o anda söylemin kendisinin en saf hâliyle karşı karşıyayız, dili insandan ayırdığımızda, dilin saf olarak ifade ettiği hakikate yöneldiğimizde saflık ayan olarak görülür. Ama dil insanın içerisinde taşınmakta ve insanla mümkün, afazikler ayırmadığı için dramatik sayabileceğimiz bir durum komedinin ta kendisi olabiliyor. Kuşkusuz metni okuyan afazikler gülmeyecekti ama Sokrates’i dinleseler gayet gülünç gelebilirdi.
Konuşmayı sadece kelimelere/söze indirgediğimizde duygu seli içerisinde bile kalarak tümüyle katılabiliriz ona, hatta metnin içerisinde bir çelişki bile bulamayabiliriz ve ideale göre zaten bulmamalıyız da. Sokrates, senin de belirttiğin biçimde logosa uygun olarak, evrensel ilkeye göre düzenlenmiş bir etiğe göre tutarlılık içerisinde kusursuz olarak yol almakta. Bunun rasyonelliğini sorgulayamaz mıyız peki? Kendi sınırlı düzleminde ilk kabul noktasından hareketle rasyonel yol alış, ilk kabul noktasının irrasyonel oluşunu da içermiyor mu sence de? Bir düzeni inşa etmek için yahut da düzeni kavramak için her şeyin anlamını ona göre belirlediğimiz ilksel referans sonsuza değin bir yanılgıya mahkûm kılmaz mı bizi? Bizim kabul ettiğimiz yasayı kabul edişimiz ne derece bizdendi ve yasaya boyun eğişi hangi içsel şeydi mümkün kılan bize ait? Statik noktalar belirleyerek yol almanın rasyonelliği de epeyce tartışılabilir, dinamik bir kavrayışın mümkünlüğü de… İlişkiler ve ilişkisellikleri sınamaya tabi tutmaksızın bir kavrayışın neden Sparta yasasını üstün olarak gördüğünü de anlayabiliriz, o şekilde yaşamak daha kolay sanki; hüküm baştan verilmiş, sadece uymak ve uyduğuna göre eylemek kalıyor sana…
Kişiliğini yok etmek yahut onu yeterince iyi gizlemek… İdealin görünürde aynı olan iki hâli… İdeal bir görüntüyü (elbette burada yeni bir kişilik var) bu iki kisve altında da canlandırabiliriz. İlki Sokrates, ikincisi afaziklerin güldüğü Başkan olabilir gayet. Ancak söz konusu olanın insan olduğunu bildiğimize göre bir Sokrates’in mümkün olmadığını da biliyoruz, saf sözlerden ziyade duygularımızla ve sakarlıklarımızla da eylemekteyiz, Aristofanes bunlardan birini yakalayabilir. İdeal sadece bir yansı, biz ise her ne kadar sonsuz değilsek de sonsuz bir anlayışın parçası değil miyiz? İdeale göre belirlendiğimizde; afazi hastalarla nasıl mekanik bir sesle yüzden yoksun, insani tondan yoksun konuşmamız gerekiyorsa bizimle konuşulan biçim de bundan farksız. Ama bir kere gördük mü değişir işler, bu arada hasta olduğunu unutan kim düşünmeli? Afaziklerin insani tona yönelimi de idealizmin insani tondan gayrılığı da bir şeyleri karıştırıyor, ama ikincisi daha çok çünkü insanız ve anlamadıklarımızı bile kavrayabiliriz.
Söz hakikati taşıyabilir, insanın sesiyle ifadesini bulduğu vakit hakikat sesten ayrı değildir. Sesin ve insanın ayrıntılarındadır hakikatin asıllığı, felsefeyi bir kere daha yeryüzüne indirelim, Sokrates’ten ayrı biçimde o gökten yere yuvarladı, biz ise buradan yükseleceğiz sofist atalarımızla birlikte. Şayet bir referans alacak olursak elbette bu insanın kendisi olacak, sözle ve diğer insanlarla ilişkiselliği içerisinde. Söz bizim için en az şeyi taşıyacak belki de... Sözün tüm anlamını yitirebildiği ve birbirinden tümüyle farklı hakikatleri de aynı tutarlılık içerisinde ifade edebildiğini Raşomon kapısında görebildik. Kimin hakikati (evet tek değildi hakikat) hakikatti yahut bunun önemi var mıydı? Kendisini yıkan yahut yapan insan ifadelerini de gördük orada. Üstelik hakikate sebep olan hayduta göre kadını görmesini sağlayan esintinin yol açtığı yaprakların aralanmasından sızan ışıktan da kaynaklanıyordu, diğerlerini de saymama gerek yok. İnsana göre oluşların hakikat (yine de burada çoğulu düşünelim) karşısında yol açtığı yıkım manzarasının nihayetinde bebek vardı, insana göre bitmişti yine film. İnanacağımız tek gerçeklik. Yazılı bir metinde yahut retorikte her şeyin mutlak ifadesi mümkün, insandan ayırırsak tabii bunu ve bu ayırma işlemini de yine insanla birlikte yapıyoruz. Suyu kendimizle bulandırıyoruz.
“İşte Başkan'ın konuşmasının ikilemi. Biz normaller –kuşkusuz kandırılma isteğimizin de katkısıyla- gerçekten kandırıldık (Populus vult decipi, ergo decipiatur) ve hileli olarak yanıltıcı kelime kullanımı ve ses tonu birleştiğinde sadece beyin hasarlı olan bu hastalar kandırılamadılar.”
İdealizmi her ne kadar rasyonel ilkelerle yol alsak dahi kandırılmadan (düzen inşa etme de bundan farksız) farklı görebilmemiz için elimizde ne var bizim? Protagoras’a katılıyorum haliyle burada. Metnin sunduğu olanakları yok saymıyorum tabii, ve sevmek için yaratılmış bu adamı da ayrıca seviyorum….
Şimdilik bu kadar ama daha da eşmek istediklerim var elbette...