Zamandan Zamana SavruluşKendisini okutturan bir adam Orhan Kemal. Dili sade, çokça diyaloglara da yer vermiş. İşçileri, ağaları, patronları, muhasebecileri, pezevenkleri, orosbuları, Boşnakları, Kürtleri, Ermenileri, haksızlıkları, sömürüleri, zorlukları ve sefaleti tutup olduğu gibi gömmüş yazımlarına. Karakterlerinin her birini sokağın, fabrikanın, halkın diliyle konuşturmuş ve günün sonunda zannediyorum ki beni de sizlere konuşturtacak! Bu bağlamda 6 farklı kitabının ortak bir yorumlaması şekilinde bir yazı yazmayı planlıyorum ama elbette başladığım gayeyle aynı orantıda sonuçlandıramayacağımdan da emin gibiyim. Orhan Kemal’den, isyanından, kavgasından, zihnindekilerden, düşüncelerinden, hikayelerinden ve son olarak kendimden de bir şeyler katarak kitaplarının ardından bende kalanları yansıtmaya çalışacağım. Bakalım…
İlk olarak hikayelerinin genelinde, bir kişinin etrafında dönen olayları ve oldukça savruk bir karakteri okuyoruz. Aramızda kalsın her bir hikâyesi ve olayı yazarın hayatından izler taşıyor, araştırdım. Hayat, kahramanımızı savurmuş öteden beriye beriden öteye, azcık da yıpratmış anlayacağınız. O ise mücadeleye devam etmiş ya da etmeye mi çalışmış demeliyim bilmiyorum. Ruhu darlanmış baktı ki olacak gibi değil tutuşmuş Allah’la kavgaya, o da sonuç vermemiş, yollanmış meyhanelere, açtırmış koca koca şişeleri, donattırmış az biraz masayı ve kafayı çekmiş günlerce. Bu satırları kat ederken çoğu zaman okurun hissiyatına bir boş vermişlik çöküyor. Hoş okur da biliyor aslında kahramanının içine attığını, ama fazla ses etmiyor, bir zaman sonra alışıyor o dünyaya, eli kolu bağlanıyor ve susuyor çünkü susması gerektiğini biliyor. Sahiden biz okurlar, kahramanından farklı mıdır? Oysa bizler de kahramanın içindeki bir isyan parçası değil miyiz? Her isyan gibi doğru zamanı veya isyanın kendi içinde yok olmasını beklemiyor mu? Yok olmak derken, ilkin parçalarına ayrılıp vücuda yayılacak, biraz gözü seğirtecek, biraz eli titretecek, icabında biraz da kan tükürtecek.
Orhan Kemal’in okuduğum iki kitabı kısa hikayelerden oluşuyor. Diğer üç kitabın gidişatı ise kendi hayat öyküsünden izler taşımakla beraber bir bütüne doğru yol almaktadır. Geriye kalan son kitap ise Hanımın Çiftliği’dir ki çoğumuz az çok biliyoruz; romanıdır. Hikayeleri genellikle işçiyi, çalışma şartlarını, patron baskısını, sömürüyü ve kaypak kişilikleri konu edinir. Yazım üslubu çoğu zaman Maksim Gorki’yi anımsatır, az biraz Çehov’u, çok az da Aziz Nesin’i. Gidişat en başından belli olduğu için tahmin edilebilir bir yapısı da var lakin başarısı da bu noktadadır ki sıkmadan okutturuyor ve içine çekiyor. Okur odaklanma kaygısına düşmüyor.
Kitap okumak, bir bakıma zaman makinesinde yolculuk etmeye benzer. Koltuğa oturulur, ışıklar yakılır, kemer bağlanır, baş köşeye dumanı tütmekte olan bir kahve ve gidilecek yerin soğuk olma ihtimaline karşılık bir de örtü… Yavaş yavaş geçmişe veya geleceğe doğru yol alınır, sayfaları çevirdikçe çevredeki cisimlerin sünerek, seslerinse boğularak yok olduğu fark edilir.
Benim varış istasyonumla şu an bulunduğumun arası yüz yıl eder. Ford otomobillerinin yeni yeni varlığını hissettirdiği, fabrikaların gece gündüz duman pompaladığı, işçilerin canlarından olduğu, şalvarlı ağaların kulüplerde para ezdiği, yokluğun, sefaletin, iliklere kadar işlediği bir zaman dilimiyle şimdiki zaman arası yüz yıl eder. Yokluk toplumuyla tüketim toplumu arası yine yüz yıl eder fakat yokluktan kan tükürenlerle, tüketim toplumunda açlıktan ölenlerin arası ise hiç yıl eder…
Yokluk istasyonunda durumlar vahim. İnsanlar göç ediyor kimi hayallerle, hem de aile özlemlerini sineye çekerek. Hayalleri yerle yeksan eden salt bir gerçek, göç olunan yerlerde kaya gibi önlerinde duruyor. Aynı umutlarla ayrıldıkları yerlere geri dönüşler... fakat varış yerleri de bıraktıkları gibi değil. Hikayelerin çerçevesi göçler ve hayallerle çevrili iken içiyse yokluk ve sefaletle dolu. Siyasi baskıyla başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalan bir babanın en büyük oğlu olan kahramanımızın, hayat nehrinde sürüklenişi aslında hikâyenin başlangıcını oluşturuyor. Bir şekilde iş tutması, eve ekmek götürmesi gerekir çünkü kahramanın babası hasta, kardeşleri ise daha çok küçüktür. Öte yandan sinelere çekilen umutlar, hayaller ve sevgililer… Bir de okulu vardır ama ekmek okuldan önce gelemez ya! İsyan bayrağı göndere çekilir.
Yolculuk bir zaman sonra boğar okuru ve geri dönüş kaçınılmaz olur. İç sıkıntılarla dönüş yolculuğu başlar. Acı bir yaşanmışlıkla varılır ilk istasyona, süne süne geri gelir cisimler, eşyalar… Sesler duyulur, karanlık dağılır ve uyanışın sesi tekrardan dolar istasyonun en ücra köşelerine.
Şimdiyse okur için daha kısa vadeli bir yolculuk gereklidir artık. Kahramanın yaşanmışlığı, kendi yaşanmışlığını diriltir. Toprağı sarsa sarsa bir çocuk yattığı yerden ayağa kalkar ve okur bu çocuğu izlemeye koyulur, kendinden bütünüyle bağımsızmışçasına…