Gönderi

Ayfer Tunç’un kalemi eline ilk aldığı yıllar…
Çocuklar taklitçidir, onların taklit etmeyi önleyen yargıları, korkuları, ellerini kollarını bağlayan toplumsal bağları yoktur. “Kendisi olmak” problemi henüz söz konusu değildir. Taklidi rafineriye sokmazlar, taklit ettiklerini anlaşılmayacak hale gelinceye kadar dönüştürmezler, sadece taklit ederler ve bunun farkında değildirler; çekici buldukları kişi ya da şey olurlar, kısa bir süre için, çünkü hiçbir taklit sürekli olamaz. Ben yazmaya taklit ederek başladım. Çünkü okuduğumu kıskandım. Okumayı öğrendiğim sıralarda yazmaya başladım. Bunun da gülünesi-klişe bir cümle olmasından korkarım, ama yine de söylemeye mecburum, çünkü böyle oldu. Çünkü çocuktum, saftım, yazmanın benim o sıralarda algıladığımdan öte bir anlamı olduğunun hiç farkında değildim. (İtiraf etmeliyim ki, çoğu zaman kurgusal bir metnin ilk yazılışı benim için çocukluğumdaki kadar saf bir eylem olarak gelişiyor; yazdıklarımın yargılanacağı, yeni anlamlar yükleneceği aklımdan bile geçmiyor; yazdıktan sonra, okuma esnasında yazmanın üst anlamları birer müfettiş edasıyla yazdıklarımı gayet sert bir biçimde denetliyor. İlk’ten sonra o çocukça saflık kayboluyor ve tartım, ölçüm, metin içi sorunlar yazılanın yönünü değiştiriyor. Bundan da şikayetçi değilim. Hâlâ taklit ediyor muyum? Bilmiyorum, ediyorsam da kimi taklit ettiğimi bilmiyorum.) Parantez öncesine dönecek olursak, “okumayı öğrendiğimde yazmaya başladım” cümlesinin, “müziğe çok küçük yaşlarda başladım” klişe cümlesiyle, klişe olma pahasına, yakın akrabalığı var. Her yazan insan gibi ben de özellikle çocukluğumda çok okurdum, öyle çok sevdiğim bir şeydi ki okumak, özellikle hikâye ve roman, ödevlerimi bir çırpıda bitirmem, yaşıtlarım arasında neredeyse bir gözlemci sıfatıyla bulunmam, oyunlarına birebir katılmamam hep kitaplar yüzündendi. Zaman artırmaya çalışıyordum okumaya harcamak için. İlkokul ikinci sınıftaydım, roman yazmaya başladım. Bu bir çocuk için aykırı bir davranış, adam olacak çocuk tavrı falan değildi, sadece çocukça bir saflığın ittiği “ben de yapabilirim” duygusuydu. Yani taklit etmek arzusu. İlkokul birden ikiye geçtiğim yaz birçok çocuk romanı, Jules Verne’ler, Heidi, Pollyanna vb okumuştum. Bunlar okuma zevkimi olağanüstü hazlarla doyurmuşlarsa da taklit etme arzusu yaratmamışlardı. Ama yine o yaz karşı komşumuzun çocuğundan ödünç alarak okuduğum Kemalettin Tuğcu’lar bende şiddetli bir taklit etme arzusu uyandırmıştı. (Kemalettin Tuğcu’lar dışında okuduğum çocuk kitapları ciltli, şömizli, kırmızı kurdeleli pırıl pırıl şeylerdi, onları saklanacak değerde bulurdum da, çoğu zaman formaları karışan, tashih hatalarıyla dolu, kağıdı ve kapağı ucuz malzemeden üretilmiş Kemalettin Tuğcu’lar bende bir sahip olma ve saklama duygusu uyandırmazdı.) Günlük hayatı da taklit ediyordum. Mevsim kıştı. Annemin Ankara’ya gittiğinde Gima’dan aldığı, kapağı üstten açılan, içine defter-kitaplarımı koyduğum, iki ayaklı, ahşap, orijinal tasarımını ve üzerinde geçirdiğim uzun saatleri hatırladıkça hâlâ burnumun direğinin sızladığı çalışma masama kapanıp yazarken, kömür sobamız gürül gürül yanıyor, ben de üç kardeşe kömür kırıntıları toplatıyordum. Yazmak o sıralarda benim için evcilik oynamak gibi, taklide dayalı bir oyundu. Hepsi buydu. Ortaokul birinci sınıftayken birinci sömestr sonunda edebiyat öğretmenimiz hepimizden bir hikâye yazmamızı istedi. Şubat tatili boyunca Doğu Ekspresinde Cinayet’ten başlayarak bir dizi Agatha Christie okumuştum. Bir öykü yazdım. Bir polisiye öykü. Belki de tıpkı Agatha Christie. Tatil sonunda koca sınıfta bir ben bir de Haluk diye bir arkadaşım öykü yazmıştık. Önce Haluk yazdığı öyküyü okudu. Sokağa atılmış bir köpeğin başından geçen çok dokunaklı bir öyküydü. Sınıf fena bulmadı, Haluk’u alkışladı. Sonra ben öykümü okudum, berbat bir şeydi, öykünün kahramanı adam bir viski şişesini vurup kırarak kendini korumak için bir silaha dönüştürüyordu, daha birçok şey oluyordu ama hatırlamıyorum. Arkadaşlarım çılgınca alkışladılar, nasıl yazdığıma şaştılar, çok beğendiler. Ama o anki ruh halimi çok iyi hatırlıyorum, Haluk’un öyküsü gerçekten öyküydü, o okurken bunu hissetmiş ve fena halde kıskanmıştım. Oysa sınıf arkadaşlarım bir “taklidi” daha çok beğendi. İçimde kalan ve yıllar sonra yazarken tekrar yaşadığım o his, yazmaya dair ilk uyanışım sayılabilir. Düşünüyorum, ilk adamakıllı yazma denemesi sayılabilecek o ilk romandan bugüne kadar yazdıklarımın ara duraklarına bakıyorum da, bir oyuncunun bir kasabın el hareketlerini ya da bir berberin yüz ifadesini taklit etmekten kendini alıkoyamaması gibi, okuduklarımın beni harekete geçirdiği, önceleri taklit etme arzusu olan bu dürtünün masaya oturduktan sonra başka bir şeye dönüştüğü çok oldu. Yıllarca hiç yazmadım. Yazmadığım yılları okuyarak geçirdim. Üniversitenin ilk yıllarında bu defa yazmanın yeni keşfettiğim anlamıyla yazmaya, çekinerek başladım. Hâlâ okuduğum iyi şeyler bende yazma arzusu uyandırır. Yazmaya başladığım anda beni çeken şeyi unutur, yazma anının verdiği tada kapılırım. Bazen annem aklıma gelir. O romanı yazmaya başladığım kış, kitaplarım artık üstten kapaklı çalışma masama sığmayacak kadar çoğaldığında, içi raflı, ceviz komodinini çalışma masamın yanına taşımış ve “bu senin kitaplığın olsun,” demişti. Bir kere daha teşekkür ederim anne.
·
53 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.