Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

17.HİKAYE TAMAMLAMA ETKİNLİĞİ _ HİKAYEMİZ_BİTTTİİİİ... :))
Hikayemiz, geleneksel şekilde etkinliği başlatan kişi olarak tarafımdan ilk hikaye yazılarak başlayacak.. Haftasonu ilk hikaye eklendiğinde sıradaki yazarımıza özelden haber vereceğim.. İlk hikaye ile bağlantılı ama kendine münhasır bir hikaye yazacak değerli yazarımız.. Ve hikayemiz sıralama listesine göre devam edecek... Hikayemiz bu
··
31 görüntüleme
starry night over the rhone okurunun profil resmi
Jero; hızlıca uzaklaşırken pazar yerinden karşısına daha önce hiç görmediği bir renkte -hafif kırmızıya çalan pembe- olan irice bir baykuş dikildi, içinden gelen ses “bu mutlaka yaşlı kurdun işi olmalı” diyerek baykuşu takip etmeye başladı. Hızlıca koşarken arada korkuyla arkasına bakıp iki genç ile mesafeyi açmaya çalışıyor, aynı zamanda bu garip hayvanın bir havalanıp bir konduğu yerleri izliyordu... Son kez arkasına dönüp baktığında iki genci göremedi, kızıl baykuş; ustaca, sanki bütün dar sokakları, dönemeçleri biliyormuşçasına kurtarmıştı onu. Nihayet ıssız bir yerde başbaşa kalmışlardı. Kızıl baykuş: -Jero! Yaşlı kurdun seçilmiş çocuğu olan Jero! Şunu iyice bil ki asla yalnız olmayacaksın, ne zaman tehlikede olsan ben veya benim gibi başka varlıklar, sana yol göstereceğiz! Jero: -Anlamıyorum! Yaşlı kurt beni seçti ise neden baharat çuvallarının içine yolladı! O iki genç de kim? Dahası neden bana düşman gibi davranıyorlardı? Kızıl Baykuş: -Onlar bu dünyadaki kötü uçtan besleniyorlar, gezegenimiz sonsuz, ancak yalnızca iki uç var ‘iyi’ ve ‘kötü’. İyi uçtakiler iyiliğin gücü ile beslenerek dünya ve içindekileri yaşatmak, çoğaltmak, mutlu etmek isterken; kötü uçtakiler kötülüğün gücü ile beslenerek, adeta ‘ben’cilliklerinden kör olmuş bir vaziyette bütün dünyayı yok etmek ister... Bunun sonucunda kendilerinin de yok olacaklarını göremeyecek kadar cahil ve acımasızdırlar... Şimdi beni iyi dinle Jero, anlattıklarımı iyice bellemeni istiyorum, istiyoruz... Hayatı seven, düşmüşleri kaldıran ve dünya kurulalı beri bunu bir görev olarak sahiplenen birileri var; bu iki genç, yaşlı kurdun tıpkı sen ve Mui gibi seçilmişleriydi, ancak zamanla bu görevi kaldıramadılar; içlerini hırs ve düşmanlık bürüdü, kalpleri kapkara oldu, nihayetinde kötülüğün gücüne katıldılar, amaçları ise dünyada son bir iyilik kırıntısı bile bırakmamak, seçilmişleri yeryüzünden silip süpürmek... Ancak başaramayacaklar, biz ne kadar azmedersek iyilik nöbetimizde, o kadar başaramayacaklar hem de... İşte bütün bunları öğrenmen için o çuvalların arasındaydın, her ne kadar ilk başta kızıp atsan da kurtuluş anahtarın olan taşları artık her şeyi biliyorsun. Derken birden ortadan kayboldu baykuş, Jero tam cevap verecekken. Bu sohbet çok yormuştu onu, yavaş yavaş gözkapakları ağırlaşmaya başladı ve Mui’yu düşünerek derin bir uykuya daldı oracıkta... ... Mui; Macit efendi ve Gülizar hatunla çok mutlu günler geçiriyordu, artık bir anne ve baba olmuşlardı onun için. Babasıyla birlik payitahta giderler, Macit Efendi katiplik işleri ile uğraşırken o bahçede gönlünce koşar, her çeşit çiçekten doyasıya koklar, pür neşe, arkadaşları ile akşama kadar coştukça coşardı. Akşam olduğunda annesine yardım eder, hoş sohbetler ederdi bütün aile ayışığı altında. Yıllardır süregelen evlat özlemini bir çırpıda giderir gibi hasretle bağırlarına basıyorlardı Mui’yu, Macit efendi ve Gülizar hanım. Huzur içinde geçen günler birbirini kovalarken Mui mahzun mahzun bakar olmuştu anne-babasına. Nihayet karşılarına alıp konuştuklarında, Mui: -Sizi çok seviyorum ancak artık kendi yolumu çizmeliyim. Emekleriniz için teşekkür ederim, kocaman bir kız oldum ve arkadaşım Jero’yu çok özledim... İzin verirseniz uzun bir yolculuğa çıkacağım, arayıp bulmam gereken insanlar var... Bana ihtiyacı olan insanlar... Anne ve babası bakıştılar, elbette kararına saygı duyacaklarını ve ne zaman isterse geri gelebileceğini söylediler ona. Gülerek uğurladılar onu, hiç unutmayacakları, gözlerinde hep küçük kalacak kızlarını... Mui için yapılacak tek bir şey kalmıştı, boynundaki madalyonu çıkarıp ‘Jero’ dedi, sonra tekrar ‘Jero’ ve tekrar...
Erhan okurunun profil resmi
- Ateşin su ile kucaklaştığı yer mı, buz olmadığına emin misin? - Elbette , o kızı takip edersek Jeru’ya da ulaşabileceğimizi sen söylemiştin. - Ama suyun içine girdiğini söylemiştin. - Evet, fazla kolay olmadı ama dinlemeyi başardık o buz kitlesinin içinde de. - Nasıl oldu da fark edemedik denizin içindeki koca silindiri - Bakmasını bilmek gerek demek ki , bak 15 milyon İstanbullu bile görememiş. - Eee, nereye gitti o zaman? - En son İzlanda’dan hafif bir sinyal aldık - Buz demiştim işte - Ne bileyim ben, su demişti o ses - Eee, ne oldu peki - Ne bileyim, bakmadık ki İzlanda’ya - Hasbinallahü… hadi o zaman daha fazla geç kalmadan bulalım şu iki kaçağı ------- Ne zamandır iniyordu aşağıya farkında değildi. Zemin gittikçe ısınıyordu. Bir an yanlış bir karar verip vermediğini düşündü Mui. Keşke hiç ayrılmasaydı o iyi insanlardan. Ne olacaktı hem kaderlerinde yazılmışsa. Kaç saattir gökyüzünü görememişti işte. Jero’yu düşündü sonra. Ufacık bi umut bile olsa bulmalıydı onu. Sadece yaşlı kurt istiyor diye değil, başka bir şey vardı Mui’nin anlamadığı. Devam etti aşağıya doğru, Ama iki saat sonunda yürüyecek hali kalmamıştı, aç susuz karanlık ve sıcak bir dehlizde durdu, ağlamaya başladı. Bir yandan da boynundaki madalyonu tutuyordu. Jero diye bağırdı hiçliğin ortasında, sonra bıraktı kendini. ---- O kapıdan sonra hiç durmamıştı Jero, farklı dünya sandığı yer başka bir yere Laponya’ya açılan bir portalden başka bir şey değildi aslında. Tüm dünyanın böyle kapılarla birbirine bağlı olduğunu ikinci kapısını keşfettikten sonra anladı Jero Addis Ababa’da. Bunun kendisine verilmiş bir fırsat olduğunu düşündü Mui’yi bulmak için. Kito’da kendisini öldürmek isteyenlerin elinden kılpayı kurtulurken de, Ulastay’da Kızıl Baykuş’u gördüğünü sanıp kilometrelerce at sürdüğünde de Mui vardı sadece aklında. En son Mobile’de açtığı bir kapı karanlık bir mağaraya açılınca yaklaştığını hissetti . Mağaran çıkınca bembeyaz bir dünya gördü karşısında. Tam ümitsizliğe kapılacakken madalyonunun titrediğini fark etti, ileri baktı. Kuzeyde bir kartal vardı. Gülümsedi, yaşlı Kurta doğru koşmaya başladı. ----- Mui madalyonunun titremesi ile uyandı, uzun zamandır ilk defa görüyordu gökyüzünü. Hissedebildiği tek şey soğuktu. Kalkmaya çalıştı, bir el aşağıya çekti onu. - Daha değil küçük hanım. Hele arkadaşın bir gelsin, başlarız ayine.
Hatice okurunun profil resmi
Gün batımının iyiden iyiye kızıla boyadığı uçsuz bucaksız savanada tüm sessizliği ‘vuuvuuuuvvuuuuvvv’ diye esen rüzgar bozuyordu. Bu alanı yukarıdan seyretmek yaşlı kurdun en büyük zevkiydi. Elindeki asa ile öğle saatlerinde tepedeki en yüksek yere çıkar, yıllarını geçirdiği obasını, obanın bitiminden başlayan ormanı, kızıl toprakları, ufuk çizgisindeki parıltıları saatlerce izlerdi. Rüzgarın uğultusu, çekirgelerin ve kuşların sesi, kartalların kanat çırpışları ve daha bir sürü ses… tüm bu sesler kimi zaman kısık gözlerle bakan kimi zaman da gözlerini kapatan yaşlı kurdun kulaklarından tüm ruhuna dolardı. Gün batmaya yakın ayağa kalkarak ellerini öne doğru uzatır, güneşi avuçlarının içine alır gibi tutarak bir müddet öylece beklerdi. Ellerinden akarak tüm vücuduna yayılan ve nasırlı ayaklarından yeryüzünün merkezine kadar inen bu gücü, yerden aldığı ile birleştirerek kalbinde toplardı. O gün bunu son kez yapıyordu. Fakat bu sefer yalnız değildi. İki gün önce tüm aşamaları geçerek herşeye hazır olduklarını ispat eden iki küçük çocuk da yanındaydı. İç içe geçmiş halkalardan oluşan obadaki herkes bu an’a tanıklık etmek ve olacakların birer parçası olmak için toplanmış, gözlerini zirveye odaklamıştı. Yaşlı kurdun sağında ve solunda olan bu çocuklar, herşeyin farkında olan, daha anne karnındayken eğitimleri başlayan ve o gün 7 yaşına girmiş olan Mui ve Jero’ydu. Mui’nin iki yandan boncuk ve renkli iplerle örülen saçları, koyu yeşil elbisesinin üzerine giydiği kırmızı yeleğinin üzerine dökülüyordu. Belindeki deri kuşağını annesi bağlamıştı. Ayaklarındaki kalın örgü çoraplarla dimdik duruyor, yaşlı kurdun solundan kızıl güneşe dikkatlice bakıyordu. Jero ise beyaz gömleğinin üzerine siyah yelek giydirilmişti. Kısa kesilmiş saçlarının üzerinde rengarenk tüylerle kaplı bi şapkası vardı. Keskin bakışlarıyla o da güneşe odaklanmıştı. Alandaki insanlardan oluşan halkalar birbirinin zıddına dönen çarklar gibi hareket etmeye başladığında yaşlı kurt da Mui ve Jero’yu karşı karşıya getirdi. Elinde iki parçadan oluşan birbirinin içine geçmiş bir madalyon vardı. Madalyonun bir parçasını Mui ‘ye bir parçasını da Jero’ya taktı. Mui’nin sağ elini Jero’nun tam kalbinin üzerine, Jero’nun sol elini de Mui’nin tam kalbinin üzerine koydu. Alanda dönen çarklar hızlanırken ‘’sat..çit..’’..sesleri de iyice yükselmişti.. Yaşlı kurt, son kez güneşe ellerini uzattı ve güneşi avcunun içine alır gibi tuttu. Sonra, sağ elini Jero’nun, sol elini de Mui’nin kafasına koydu. Bakışları biribirine kilitlenen çocuklar bir anda yaşlı kurdun elinde biri yeşil biri siyah beyaz iki kuşa döndü. O hızla havalanan kuşların ardından kartala dönüşen yaşlı kurt da onların arkasından havalanarak alandaki dönen çarkın üzerinde dönmeye başladı. Şimşek hızıyla havayı yararak göğe yükselirken en dıştaki çarkın taneleri de birbirinden farklı kuşlar halinde arkasından birer birer yükselmeye başladı.. Alandaki hareketliliği dürbünün ucundan günlerdir izleyen beş kovboy, toz bulutlarının ardından havalanan kuşlara bir anlam veremeyerek ‘’ pis yerliler’’ diyerek mataralarındaki son konyaklarını da tepelerine dikmişlerdi bile.. ancak üç gün sonra alana yaklaştıklarında hiçbirini göremeyip ‘’yerli kızlarla kurdukları hayallerinin suya düşmesi ile binbir küfür ederek ‘’ öldürmek çok da zevkli olacaktı halbuki ‘’ diyerek sağa sola ateş etmekten başka bir şey yapamayacaklardı. Ve dünyanın başka bir yerinde bir sabah vakti ‘’ Alllaaaahuekber allaaa….’’ Sesleriyle sabah ezanları okunurken caminin giriş kısmındaki arastanın köşesinde büzüşen minik bir kız çocuğu vardı. Bu Mui’den başkası değildi. Ve dünyanın başka bir yerinde baharat torbalarının arasında yoğun kokuya rağmen uyuyakalan bir erkek çocuğu.. bu da Jero dan başkası değildi.. ve ikisinin de üzerinde havada salınarak dolanan büyük kartal.. Bu da yaşlı kurttan başkası değildi. Macit efendi her günkü gibi daha ezanlar okunmadan kalkmış, kandilini yakıp buz gibi suyla abdestini almıştı. O tam evden çıkarken hanımı da uyanır, o camiye varasıya o da evde namazını kılardı.. Gülizar hatun tertemiz bir hanımdı. Macit efendi ile olan izdivacı çok güzel olmasına rağmen bir çocuklarının olmaması ikisinin de yüreklerinde bir yaraydı. Lakin birbirlerine bunu sezdirmez, muhabbetlerini zedeleyecek tek bir kelam etmezlerdi. Payitahtın içinde katiplik yapan Macit efendi de kendi halinde temiz bir adamdı. Evlerindeki huzura katkısı olacak bir de evlatları olaydı ‘ işte o zaman her şey bambaşka olurdu belki’ derdi içinden .. sabahın seherinde ürpererek geçtiği arnavut kaldırımlarını ay ışığı aydınlatıyordu. Loş ışık bir müddet sonra tanyerinin ağarmasıyla yerini aydınlığa bırakacaktı.. bir tatlı huzur vardı sanki bu sabah ve içinde bir sevinç.. ve bu sevinç biraz sonra yerini hayrete bıraktı. Arastanın yanından geçerken duyduğu bir hapşuruk ile o tarafa dönen Macit efendi ile Mui ilk kez orda karşılaştı.
Uğur Ukut okurunun profil resmi
Mui nereye gittiğini bilmeden yürüyordu. Yemyeşil bir sırttan küçük derelerin arasından tepeye doğru tırmanıyordu. Sebebini bilmiyordu ama doğru yolda olduğuna inanıyordu. Jero'ya ulaşamamış olmanın sıkıntısına ragmen Içindeki çağrı onu buralara getirmişti. Bir an yorgunluk hissetti. Solundaki büyük cinar ağacının altında biraz soluklansa iyi olacaktı. Sırtını ağaca verip oturduğunda haliç altın bir boynuz gibi ayaklarının altındaydı. Uzaklarda Galata kulesinin tarihe tanıklık eden kubbesi, sağında ise Fatihin cami kubbeleri görülüyordu. Galata köprüsünün yorgun bedeni boğazın Haliçe saldıran sularıyla çocuk beşiği misali sallanıyordu. Birden gözleri refleks olarak Haliçin ortasına kaydı. Ortasında sanki yuvarlak ve şeffaf buz kütlesi var gibiydi. Icini kaplayan coşkunluk ile karışık bir korku gitmesi gereken yerin orası olduğunu söylüyordu. Insanlar farketmiyorlar galiba ki aldırış eden yoktu. Hızla yerinden doğrulup geldiği yoldan aşağı dogru inmeye başladı. Koşmak ne kelime uçuyordu sanki. Aklında bir acaba sorusu olsa da kendini durduramıyordu. Sahile geldiğinde yeniden denize bir göz attı. Buz kütlesi buradan bakınca hiç belli olmuyordu. Belkide kaybolmuştu. Suya doğru yürümeye devam etti, her ne ariyorsa oradaydı. Su boyunu astiginda nefesi tikanmadan yürümeye devam ediyordu. Suyun içinde yaklaşık bir kilometre yol aldı, işte buz kütlesi bir silo deposu gibi karşısındaydı. On metre civarında çapında, denizin dibinde kaybolan bir çivi gibiydi. Nefesi daralmaya başladı. Boğazına sular dolmaya başlayınca kıyıya çıkamayacağını,ancak buz kütlesine ulaşabileceğini anlaması uzun sürmedi. Bütün hızıyla o yana dogru ilerledi. Buzu tutmak icin uzandiginda eli bir bosluga cikiverdi. Hizini alamadigi icin kendisi de bosluga girmisti. Daralan nefesi düzelmişti. Burası buz değil yer cekimsiz bir hava boşluguydu. Dibe doğru uzayıp gidiyordu. Mui sanki eğitimini almış gibi istediği noktaya gidebiliyor, istediği hareketi yapabiliyordu. Suyun altında yürümesini öğretenler ona bunu da öğretmişti anlaşılan. Dibin karanligindan beyaz isik huzmeleri gelmeye baslayinca tüm dikkati ile oraya yoğunlaştı. Dip tamamen aydınlanınca anladiki yerin altına açılan bir kapının eşigindeydi. Kulağında boğuk ve emreden bir ses yankilandı. "İyi olman yetmez. Durdurman gereken kötüler var. Ateşle suyun kucaklaştığı yere gideceksin." Mui gözlerini kapattı. Bu sahneyi daha öncede yaşadığını ve bu sözleri daha öncede duyduğunu hatırlayınca irkildi. Jero olmadan buradan geçecek cesareti yoktu. Onu bulmak için geri dönmeliydi. Tam boşluktan çıkacakken vaz geçti. Ya Jero zaten oradaysa, ya bu kapı geçici bir süre için açıksa. Ne yapacağına karar vermek için hislerine güvenmekten başka caresi yoktu. Ne Yaşlı Kurt ne de Jero su anda ona yardim edebilirdi. Atesin suyla kucaklaştığı yer! Jero, baykuşu kaybettikten sonra bilinçsizce şehre doğru yürümeye başladı. Ac ve halsizdi. Ilk kapıya yaklaştı. Elini çalmak için kaldırırken kapı kendiliğinden açıldı. Burası bir ev değildi başka bir dünyaya açılan bir gecitti. Başka çaresi olmadığı için tereddüt etmeden içeri girdi.
Liliyar okurunun profil resmi
Sanki topukları delinmiş gibi ve ikisine de saplanan kordan bir kancayla ve son hızla, hiçliğin simsiyah girdabında taa derinlere çekilen Mui, artık kontrolün kendinde olmadığını farketti. Karşı çıkmak için yaptığı her hamle kulaklarındaki basıncı artırıyor, suyla dolan midesi patlayacakmış gibi oluyordu. Artık görme yetisini kaybetmişti. Boşluğun içinde eriyip giden bir nesneye benziyordu. Bildiği her şeyi unutmuştu sanki. Yoğun bir umutsuzluk hissediyordu sadece. Çırpınmaktan yorulmuş, sona doğru son hızla kayıyordu. İyi diye bildiği şeyler, onu kurtarabilmeliydi şimdi. Sevgi, dibe vurmasını engellemeliydi. Talih, tutup çıkarmalıydı onu bu dehlizden. Umut, gözlerini açabilmeliydi tekrar. Inanmak, güçlü olmak demekti. Şu an bir böcekten bile savunmasızken, yıllardır dünyayı değiştirebileceğine inandığı için, bir aptal gibi hissediyordu kendisini. Yalnızdı, dipteydi. Hissetmeyi unutmuştu. Yokluk buydu. Sonrası yoktu. Belki öncesi de yoktu.. Lanet olsun!! Birden büyük bir acı belirdi içinde. Sonsuz bir hızla yukarıya çekildiğini hissetti. Kalbi bir bomba gibi patlamak üzereydi. Sağ avcundaki her neyse, son hızla yüzeye çekiyordu onu. Daha fazla dayanamadı, bilincini kaybetti.. Mui, uyandığında ıslak kumların üzerinde buldu kendini. Başı çatlıyor, bütün kemikleri sızlıyordu. Anlamak bile istemiyordu yaşadıklarını, hatırlamamak için. Sağ eli alev alev yanıyordu. Avcunu açtığında beş tane çakıl taşı buldu. O bilmese de, bunlar Jero 'nun nehre fırlattığı taşlardı. Başını kaldırdı. Bir kartal ona doğru kanat çırpıyordu uzaktan. Jero 'nun sesini duydu; "Mui!!"..
Müzmin Okur okurunun profil resmi
Bu sevimli kız çocuğu da kimdi böyle? Burada ne işi vardı? Oldukça korkmuş ve üşümüş görünüyordu… Yoksa tüm geceyi burada mı geçirmişti? “Merhaba ufaklık” dedi yumuşak bir ses tonuyla… “Annen nerede senin?” Mui daha önce hiç duymadığı bu dili anlayabiliyordu lakin cevap vermekten çekiniyordu. Macit efendi saçlarını okşadı küçük Mui’nin … Daha önce hiç sahip olmadığı evlat, hatta torun sevgisini yaşadı içinde. Küçük kızdan cevap alamayınca kendini tanıttı. “Korkmana gerek yok evlat, benim adım Macit. Senin adın ne?” Mui sevmişti Macit efendiyi, güler yüzü ısıtmıştı tüm kalbini. Cevap vermese de gülümseyerek elini uzattı. “Kendini iyi hissedene kadar bizim eve gelmeye ne dersin? Hem aileni de buluruz…” Macit efendinin teklifini başıyla onayladı Mui. Zaten ona anlatılanlara göre, takip etmeliydi karşısına çıkan ilk kişiyi… El ele tutuşup eve doğru ilerlerken düşündü; onun evi çoookk uzaklarda kalmıştı, hem buraya geri dönmek için gönderilmemişti. Önemli bir görev üstlenmişti. Yaşından büyük bir işe talip olmuştu. Acaba bir gün annesini tekrar görebilir miydi? - Burnunda bir ıslaklık hisseden Jero gözlerini açtığında yavru bir köpekle karşılaştı. Köpek iyice uyanan kadar Jeroyla oynamaya devam etti. Ayıkıp etrafını inceleyen Jero, kocaman bir çarşının içinde olduğunu anladı. Şaşırmıştı. Yaşlı kurdun onu daha heyecan verici bir yere göndermesini bekliyordu. Sadece macera olsun diye kabul etmişti bu görevi. Aslında sınava da arkadaşlarını yenmek ve en güçlü olduğunu göstermek için katılmıştı. Senelerdir bu görev için yetiştirdiğini söyleseler de; Oba’sını dolayısıyla tüm Dünya’yı kurtarma gibi bir hedefi yoktu… Çevresine bakındı, Mui nereye gönderilmişti acaba? Şuan olduğu yerden daha konforlu olduğuna adı gibi emindi… Üzeri tozlanmıştı. “Şu baharat çuvalları daha rahat olsa biraz daha uyurdum.” Diye geçirdi içinden. Uzandığı yerden kalktı. Sonunu göremediği çarşının içinde ilerlemeye başladı. Ortalıkta avlayacak bir hayvan olmadığına göre karnını doyurmak için takas edecek bir şeylere ihtiyacı vardı. Üzerini yokladı. Boynundaki madalyonun gittiğini fark etti. Cebinde de bir şeyler vardı sanki. Ah… İşte Yaşlı kurdun madalyon ile birlikte verdiği taşlar! Sapanını da yanına almak için ısrar etmişti lakin yaşlı kurt tüm ihtiyacını bu taşların karşılayacağını söylemişti… Geri dönmesini de bu taşlar sağlayacaktı. Belki taşlardan kurtulsa geri dönebilirdi. Avucuna aldığı taşlara baktı. Pekte değerli görünmüyorlardı. sadece üzerine işlenmiş hayvan ve insan şekilleri vardı. Takas etmeye kalksa muhtemelen karşılığında iki elma dahi alamazdı… Denedi, gerçekten de kimse karşılığında bir şeyler vermeye yanaşmıyordu. Açlık iyiden iyiye sinirini bozmaya başlamıştı. Uyandığından beri ayağına dolanan köpekte bir türlü gitmek bilmiyordu. “Ah yaşlı kurt, bizi taaa nerelere gönderiyorsun. Aç bırakıyorsun!” diye söylendi. Biraz ilerideki nehri gördü. “Yemek bulabilirim” umuduyla yürümeye başladı. Nehrin etrafı yıkanan ve bir şeyler yıkayan insanlarla doluydu. Tabii suyla oynayan çocuklar da vardı. Onların yanına gitmeyi düşündü önce, sonra vazgeçti. Pek arkadaş canlısı olduğu söylenemezdi. Kabilesinde onlarca güler yüzlü, sorumluluk sahibi çocuk varken neden onu seçmişlerdi ki? Ardından üzülecek bir annesi olmadığı için mi? Yoksa babası kayıplara karışan tek çocuk olduğu için mi? Akan birkaç damla gözyaşını hemen sildi. Cebinden çıkarttığı taşları öfkeyle sıktı. Bir nehre, birde avcundaki taşlara bakıyordu. Yavru köpek, Jero’nun ne yapacağını sanki anlamış gibi havlamaya başladı. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu, uyarmaya... Başarılı olamadı... Jero taşları tek tek nehre fırlattı. Sonuncu taş da suyun üzerinde birkaç defa sektikten sonra suların arasında kayboldu. Jero omzunda bir el hissetti. Kendinden 5-6 yaş büyük olduğu anlaşılan biri vardı yanında… O da nehre bakıyordu. - Güzel taş sektiriyorsun. Peki beni geçebilir misin? Ters ters baktı Jero. Bir bu eksikti! Cevap vermeden arkasını döndü. Omzundaki el, gitmesine engel oldu. - Büyüklerinin sorularını cevaplaman gerektiğini sana öğretmediler mi küçük Jero? - S..en… Adımı nereden biliyorsun? - Yaşlı kurdun seçilmiş öğrencilerini kim tanımaz? Bir iken iki oldular… Jero karşısındaki gençlerin konuşmalarından, gülüşlerinden rahatsız olmuştu. Onlarda, onu tedirgin edici bir şeyler vardı. - Ahh… Hatırlar mısın Abgi… Bizde bir zamanlar böyleydik. - Unutur muyum hiç, o günlerin acısını hala yaşıyorum! - Şimdiii… Küçük Jero’yla işimizi burada mı halletsek yoksa… - Bence bir misafir edelim. Uuzuuun yoldan geldi sonuçta! İçinden bir ses Jero’ya tehlikede olduğunu söylüyordu. Kaçmayı düşündü. Hayır, şimdi kaçmaya kalkışsa hemen yakalanırdı. Yabancılarla birlikte yürümeye başladı. Çarşının önünden geçene kadar bekledi. Hazır olduğunu hissettiği an arkasına bakmadan koşmaya başladı. Kalabalığın arasına karışıp kurtulmayı ümit ediyordu.
Hatice okurunun profil resmi
Kapı usulca açıldı.. aralıktan bakan bir çift göz ve miss gibi kahve kokusu, ahenkle dalga dalga yayılan buharla birlikte odaya doldu. Kenan’ın elinde iki kupa filtre kahve vardı dumanı üstünde tüten. - Uyudu mu? Dedi en kısık sesiyle. - Çooktaaaan .. dedi Sinem .. o da en kısık ve yumuşak tonuyla. Kafasıyla bir ‘hadi’ işareti yaptı Kenan. Mesajı alan Sinem Kitabın en başına ponponlu ayracını koyduktan sonra kitabı kitaplıktaki yerine yerleştirdi. Gece lambasını da kapatıp odadan çıktı. - Uyuyunca neden bırakıp gelmedin bak kıskanıyorum ama.. Dedi Kenan yarı sitemli yarı şaka. Bir yandan da kahveleri orta sehpaya koydu. Minik çikolata topları da hazırlamıştı. Bi elinde kumanda ile tam da filmi başlatmaya hazırlanarak. - Çok geç bulduğum için galiba… dedi Sinem.. hiç birşeyi yarım bırakmak istemiyorum o yüzden.. dedi.. Kenan bi yudum kahvenin ardından bi tane çikolata topunu ağzına atmıştı bile. - Ben de seni çok geç buldum .. dedi bir eliyle omzundan sıkıca sarıldığı alnına koca bir öpücük kondurduğu Sinem’e. - Çok iyi geliyor bu hikaye ona.. - Elindeki taşları da aldın mı peki.. geçen gün avcunda kalmış elini açana kadar çok uğraştım.. şükür ki uyanmadan açabildim.. sırılsıklam olmuştu avcunun içi. - Aldım aldım.. kutusuna koydum yine.. Film başlamıştı.. kahve hele çok iyi gelmişti Sinem’e. - Yarın Füsun ‘lara gideceğim.. dedi ‘Hayırdır’ bakışı atan Kenan’a .. - Doktora gitmeden önce Celal’i görmek istiyorum .. ‘Neden ‘ bakışı ile karşılık verdi Kenan.. bir yandan da kahvesinden bir yudum aldı. Ah bu erkekler bakışlarının, yüz ifadelerinin tercümanını bulunca hayatları boyunca dilsiz kalabilirlerdi diye düşündü Sinem. Gerçi çok konuşmayı o da sevmezdi ama yine de bazen Kenan aralıksız konuşsa isterdi. Yanındayken bile özlerdi bazen. O özlemi kelimelerin dolduracağını düşünürdü. - Merak ediyorum onda durumlar nasıl diye. Gözlerimle görmek istiyorum. Hem Melek de özledi galiba. Dedi. Kenan’ın yüzüne bir buğu oturdu. Pek hoşuna gitmemişti anlaşılan. yine de çok belli etmemeye çalışarak yarım ağız da olsa - Pek sevmiyorum ben o çocuğu. Diyebildi. Celal de Kenandan ürkerdi zaten . Onu görünce bi susar gözünü ona dikip suçlu suçlu bakardı.. ilk karşılaştıkları ana geri döner elini yüzüne koyardı istemsizce. Deliye dönmüş Kenan’dan yediği tokatın acısını ilk günkü gibi hissederdi. Kenan’ın biricik kızı, sahilde cankurtaranların müdahalesiyle ayılmaya çalışırken, tir tir titreyen bir doberman yavrusu gibi görünmüştü gözüne Celal. Hele de o halde ‘bir türlü bırakmıyor elini ‘ diye sesler uğuldarken kafasında o tokatı nasıl attığını bile hatırlamıyordu. Kenan gelip bir tokat atana kadar sımsıkı tuttuğu Meleğin elini kimsenin bıraktıramadığı Celal o acıyla eli bırakıp yüzünü tutmuştu ağlayarak. Meleğin elinde sımsıkı tuttuğu rengarenk taşlar yere düşünce de hemen alıp cebine koymuştu. - O bir çocuk Kenan. Kaç defa konuştuk bunu. Hem de daha yeni bir yuvası olmuş çocuk. O yaptığını hiç hatırlamak bile istemiyorum. Kenanın yüzü hepten asıldı. Zaten Celal’i Füsunların da evlat edinmesi tam bir şoktu. Bu çok yakın aile dostları, o günden sonra sosyal hizmetlerden bula bula Celal’i bulmuşlardı. Bir müddet sonra herşey düzelir diye düşünürken o çocuk sürekli gözünün önünde olacaktı artık. Sinem kahvesini yarım bırakıp odasına gitti. Arkasında ise ‘ yine onun yüzünden bütün keyfim kaçtı’ suratı ile dut gibi oturmuş , filme değil de tv ye boş boş bakan Kenan’ı bırakarak. …….. Akşamki konuşmalardan keyfi kaçan sadece Kenan değildi. Sinem de Füsunlara gitmekten vazgeçmiş direk doktora geçmişti. Son bir yıldır her hafta geldiği terapisti ile artık çok da samimiydi. Daha öncesinde birkaç kez babasını da getirmişti. Daha ilk safhalarda olan alzehimer için doktorun terapiden çok başka şeyler gerektiğini söylemesi ile dağ gibi yaşlı kurdu sadece çok hırçınlaştığında getiriyordu artık. Zaten o berbat günde lunaparkta ölü bulunan babasına mı üzülsün, yoksa kayıp meleğine mi bilememişti. Bayram zehir olmuştu herkese. Kenan deliye dönmüştü. Kızını aramaktan bi kaç gün babası morgda kalmıştı. Günlerce şehrin kamera kayıtları taranmış, lunapark girişinde dedesiyle elele bayramlıklarını giymiş kızı sonrasında lunaparkın içinde bi kafenin kamerasına takılmış, yanlarında siyah beyaz bi gömlek giymiş kendi yaşlarında bir erkek çocuk da varken dedesinin onlara seyyarda alıç satan bi adamdan birer dizi alıç kolyesi alıp boyunlarına onu asarken görüntülenmişti. Sonrasında ise Melek hiç görünmüyor ama o siyah beyazlı erkek çocuk Mısır çarşısında kuruyemişçi baharatçıların olduğu sokakta koşarken kameralara takılıyordu. Arkasında irili ufaklı bi ton çocuktan oluşan sokak çetesi de vardı üstelik. - Buyrun Sinem Hanım.. sesiyle daldığı anlardan sıyrılan Sinem toparlanarak doktorun yanına girdi. Ufak bir hal hatırdan sonra her zamanki gibi o soru tekrar soruluyordu.. - Kitap nasıl gidiyor? Melek daha başka birşeyler anlattı mı ? - Yok anlatmadı Hilal Hanım. .. dedi Sinem yüzü yere inerek. - Zaten anlatsa hemen yazacağım biliyorsunuz. Dedi ardından. - Şimdiye kadarki anlattıkları bir hikaye kitabı kadar oldu bile.. değil mi? Dedi Doktor hanım takdir edercesine.. Melek hastaneden çıktıktan sonra epey konuşmamış, bilinenler sadece ona bir müddetliğine bakan Macit efendi ve Gülizar Hanımın anlattıkları kadar kalmıştı. Zaten onlarla da epey bir müddet konuşmamıştı Melek. Bu iyi insanlar kendi kızları gibi bakmıştı Meleğe ta ki Melek bir gün evden kaçana kadar. Sahilde denizden çıkarma olayını da televizyonlardan görmüş koşa koşa hastaneye gelmişlerdi. Adliyenin önünde arzuhalcilik yapan Macit Efendi’nin üç kuruşa kazandığı paralarla aldığı o elbiseden tanımışlardı Meleği. - Uyumadan önce okuyorum ona. Çok iyi geliyor gerçekten. Bir de Celal’i gördüğünde çok neşeleniyor. - Keşke aralarındaki konuşmalara da şahit olup onları da yazabilseniz. - Biz varken konuşmuyorlar. Ben de çok üstelemiyorum hepten susar diye.. - Açılacak açılacak merak etmeyin .. iyi gelişmeler kaydediyoruz. Zaten biliyorsunuz o kadar süre denizde kalıpta ölmemesi bile mucize.. - Celal olmasaydı neler olurdu düşünmek bile istemiyorum doktor hanım. Zaten onun da lunaparktan sonra oraya nasıl geldiği hala bir sır.. konuşmuyor o da.. Melek en azından hikaye gibi anlatmaya başladı. Hala çözmüş değilim tabi kafamdaki soruları.. - Olacak merak etmeyin Melek gayet iyi.. sadece yaşadıklarıyla baş etmeye çalışıyor minik kafasında.. Seans uzadı gitti.. epey rahatlamıştı yine Sinem. Eve geldiğinde ise Meleği üzgün ve ağlamış buldu. Yarın Celal e gideceklerini ona da söylemişti çünkü. Rahatlamanın etkisiyle ‘’ hadi hazırlan bakalım gidiyoruz ‘’ dediğinde sevinçten zıp zıp zıplayan bir melek vardı karşısında. Üç sokak ötede bahçeli evleri olan Füsun da zaten arayıp durmuştu gün boyu. Muhtemelen Celal de onu darlamıştı. Bu minik yürekler daha okula bile gitmeden bir sürü badire atlatmıştı. Füsunların evine gelir gelmez iki minik elele tutuşup bahçeye koşmuşlardı bile.. Celal büyük merakla ; - Muu , taşları getirdin mi? Diye sordu. Meleğin gözleri parladı. Avucunun içinde sımsıkı tuttuğu rengarenk taşları yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Celal e gösterdi. - Celo bak!!! Çok güzel değil mi… - Evettt…çok güzeeellll… Dedi Celal .. avuçlarında tutarak.. - sakın kimseye söyleme tamam mı… onları denize benim attığımı.. - söyler miyim akılllım… ama sakın sen de söyleme benim onları almak için oraya atladığımı tamam mı.. - tamam.. dedi Celal yine tokat yediği yüzünü tutarak.. ve o günden sonra Lunaparkı yasaklayan Kenan da hiçbir zaman öğrenemeyecekti bu taşların sırlarını.. bu minik yürekler ilk defa tanıştıkları, harika bir gün geçirdikten sonra birdenbire bir güvercin sürüsünün kanatları arasında çırpınırken korkup kaçtıktan sonra dedeyi bir daha görmenin bu taşlarla Lunaparka tekrar gitmek olduğunu düşünüp duracaklardı. Meleğin dedesinin Celal’in cebine koyduğu bu taşları gözleri gibi saklayarak tekrar Lunaparka gitmek için biraz daha büyümelerini bekleyeceklerdi..
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.