‘ Bir kuşluk vakti,
balkonda oturuyorduk.
Sen maviler giymiştin,
omuzlarından dökülen saçların
usul usul uçuşuyordu.
O gün, Tanrı’nın kendine sorduğu
en zor bilmeceydin sen;
ve ben, çözmek bana düşmüş gibi
sevinçliydim. Çekirdek çıtırtılarıyla
kırmızı iğde kabukları arasında
kaybolamayacak kadar güzel ellerin vardı,
parmakların her yana dağılan sorulardı
ve küçük değişikliklerle
süslenemeyecek kadar büyüktün.
Piknik tüpünün üstündeki çaydanlık
fısıl fısıl kaynamaya başladığında,
caddeden tank homurtularıyla
trompet sesleri geliyordu.
Ötüşlerinin yarısını balkonumuza,
yarısını tankların üstüne döken
kuşlar geçiyordu çay tepsisinin
ışıltılı gümüşünden.
Çaylarımızı içmiş miydik o gün, bilmiyorum.
Ben birkaç dakika,
birkaç saat, birkaç gün ya da
birkaç yıl sonra ayağa kalkmıştım. Gidiyordum.
İçimde, bir bilmeceyi
çözememiş olmanın sıkıntısı vardı.’