Gece karanlık ve sakindi. Amman'ın yedi tepesinden birine tüneyen binanın sessizliğinde, bir adam yere serdiği yatağından kalktı ve namaz seccadesini açtı.
17 mayıs günü, saat sabahın dördüydü. Ürdün Kralı için, atalarından birinin Peygamberi olduğu Tanrı'yla diyaloga başlayacağı bir gün doğuyordu.
Ama, Kudüs'ten gelen bir telefonla allak bullak olan yaveri Hazza el Macali'nin içeri girmesiyle uğraşı birden yarıda kalıverdi. Telefonun öteki ucunda, şehirde kalan Arap Yüksek Komitesi üyelerinden Ahmet Hilmi Paşa'nın hıçkırıklar arasında boğulan sesi bir kere daha yalvarmış tı: «Allah aşkına, Kudüs'ü ve halkını yok olmaktan kurtarmak için Abdullah yardımımıza koşsun.» Yaverin o gece Hilmi Paşa'yla ikinci konuşmasıydı bu. Son yirmi dört saat içinde Amman'a yağan yakar selini noktalıyordu.
- Asker yollamzsanız yahudi bayrağı babanızın mezarı üzerinde dalgalanacak, bile demişti bir Kudüs'lü krala.
Abdullah bu uyarılara kayıtsız kalmıyordu. Filistin' in paylaştırılmasına boyun eğdiyse bile, Kudüs'ün ulus lararası şehir sayılması onda da Ben Gurion'daki kadar büyük bir üzüntü uyandırmıştı. Sadece tahtının ayakta kalması için yardımlarından ve desteğinden vazgeçeme diği İngiltere'nin devamlı baskıları, şimdiye kadar bedevillerini kutsal şehir Kudüs'ün yardımına yollamasını engellemişti. Ama şehrin elden gitmesi kişiliğiyle prestijine korkunç bir darbe indirecekti. «Askerlerim İslam'ın en kutsal yerlerinden birini koruyamadıktan sonra, diyordu kendi kendine, Orta Doğu'nun en güçlü ordusuna sahip olmak neye yarar?»