Yeryüzü Ayetleri
güneş soğuduğunda
bereket yeryüzünden uçup gitti
ve çayırlar kurudu ovalarda
ve balıklar kurudu denizlerde
ve toprak ölülerini
kabul etmez oldu
gece, rengi solmuş pencerelerde
durmaksızın birikip taşan
kuşkulu bir hayaldi
ve yollar, sonlarını
karanlığa bıraktı
kimse aşkı düşünmez
kimse fethi düşünmez oldu artık
ve kimse
hiçbir şey düşünmez oldu artık
yalnızlığın mağaralarında
kan, esrar ve afyon kokuları yayarak
beyhudelik geldi dünyaya
gebe kadınlar
başsız çocuklar doğurdular
ve beşikler
utançlarından mezarlara sığındı
ne acı günlerdi, ne kara ...
ekmek, tanrısal görevin şaşırtıcı kudretini mağlup etmişti
yoksul peygamberler
kutsal buluşma yerlerinden kaçtılar
ve İsa'nın kayıp kuzuları
çöllerin çaresizliğinde onları çağıran çoban seslerini işitmez oldular bir daha
sanki devinimler, renkler, görüntüler
tersten yansıyordu
aynaların gözlerine
ve alçak soytarıların başları üzerinde
ve fahişelerin arsız yüzlerinde
tutuşup yanan bir şemsiye gibi
kutsal bir hale ışıldıyordu
zehirli, kekre buharlarıyla
alkol bataklıkları
miskin aydınlar kalabalığını
derinliklerine çekip sürükledi
ve sinsi fareler
altın yaldızlı varakları
köhne dolaplarda kemirdi
güneş ölmüştü
güneş ölmüştü ve yarın
çocukların belleğinde
belirsiz, yitik bir imgeydi
onlar bu eski kelimenin garipliğini
iri, kara bir lekeyle betimliyordu ödevlerinde
insanlar
düşmüş insanlar güruhu
lanetli cesetlerinin ağırlığı altında
yılgın, yorgun ve şaşkın gurbetten gurbete koşuyordu cinayetin acıtan isteği
avuçlarında kabarıyordu
bir kıvılcım, ufacık bir kıvılcım bazen ansızın
bu suskun, cansız kalabalığı içten parçalıyor birbirine düşürüyordu
erkekler, birbirinin gırtlağına bıçak saplıyor kandan bir yatağın ortasında
buluğa ermemiş kızlarla
yatıyordu
onlar, kendi vahşetlerine gömülmüştü
ve ürkütücü günahkarlık duygusu
kör ve budala ruhlarını felç etmişti
idam törenlerinde daima
urgan
mahkumun gözlerini
basınçla yuvalarından fırlattığı anda
onlar
kendilerine dönerdi
yorgun ve yaşlı sinirleri
şehvetli bir imgeyle sancırdı
ama meydanların dört bir yanında
fıskıyelerden dökülen sulara dalıp gitmiş
bu küçük caniler
görülürdü
her zaman
belki hala sönük
gözlerinde, donukluğun derinlerinde
su sesindeki saflığa inanmak isteyen
yarı canlı, kırık dökük bir şey
cansız bir kımıldanış
vardı
belki
fakat ne sonsuz bir boşluk ...
güneş ölmüştü
ve yüreklerden havalanıp uçan
o kederli güvercinin adının
iman olduğunu bilmiyordu kimse
ah, ey tutuklu ses
umutsuzluğun heybeti
bu lanetli gecenin hiçbir yerinden
ışığa doğru bir tünel kazamayacak mı?
ah ey tutuklu ses
ey seslerin en sonuncusu ...